19. asra kadar Avrupa’da akıl hastası, şeytan tarafından rûhu kabz edilmiş, ancak cismen insan olan bir varlıktı. Osmanlı’ya göre ise sadece meczûbidi. Yani Allah katına “cezb edilmiş” hasta... Meczûb’un yanında mecnûn, şeydâ, dîvâne denebilir, deli demekten kaçınılırdı. Hikmetinden suâl olunmaz bir sebeple bu illete düçar olmuş insana hakaret etmemeye özen gösterilirdi.
15. asır sonlarında İkinci Bâyezîd’in Edirne Dârüşşifâ’sı, 16. asır başlarında Hurrem Haseki-Sultân’ın Mimar Sinan’a yaptırdığı Haseki Dârüşşifâ’sı, bimâr-hâne seksiyonları ile cihan çapında ün yapmışlardı, Haseki Hastanesi bugün de işlevini sürdürüyor ve politik alanda büyük günahları olan Hurrem bu vesileyle hâlâ dua alıyor.
Osmanlı’nın mâl-i hulyâ dediği mélancolie (melankoli), kara sevdâ dediği hystérie (isteri), ateh-i kable’l-mîâd dediği schizophrénie (şizofreni), ayrı metodlarla tedavi gören akıl hastalıkları idi. İlâç, istirahat, gıda ve çiçek çeşitleri, musiki, tedavi yollarından bazıları idi. Besin ve çiçek çeşitleri koku, renk, şekil, tad bakımlarından dikkatle kullanılmıştır. Bu husus, Osmanlı tıbbına ve Türk medeniyetine şeref verir.
Yorum Gönder