Fatih Sultan Mehmet'in Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e Yazdığı Şiir


fatih sultan mehmet
Fatih Sultan Mehmet
Senin teninde degmeyen,
Yağmuru istemem,
Meltemi istemem.

Sana yanmayan yıldızı, istemem.
Bülbüller söyleyecekse, seni söylesın
Senden okumayan, Bülbülün
Ne söylerse dinlemem.

Özlemim sen olacaksan,Yansın yüreğim
sılası sen olmayan vatanım,
Gürbet istemem vatan istemem.

Senden gayri bir aşkla kül olursa kalbım,
Bu kalbı istemem,
Sonu sana çıkmayan yollum,
Yönü istemem yollu istemem.

Kalbini fethedecekse,
Geçerim bin sına'yı birden,
Yoksa neyime bu fethi,
İstemem mısrı, istemem cihani.

Ben sultan mehmet'im,
Önündeyim kostantının,
Yakarım ben bu şehri,
Bir tebessümün için.

Ben senin ümmetinim,
Sensın benim efedim,
Senden gayrı senden başka,
Efendi istemem sevgi istemem

Haçlı Seferleri



haçlı seferleri
Haçlı Seferleri
İslâmiyetin hristiyanlığın aksine büyük bir süratle yayılması, müslümanların Suriye, Filistin ve Anadolu'ya hakim olarak İznik'in başkent olduğu yeni bir devleti kurmaları, hristiyan aleminin dini lideri papayı ve hristiyanlığın hâmîsi olarak kabul edilen Bizans imparatorunu ciddi bir şekilde endişelendiriyordu. Bu yüzden hem İslâmiyetin yayılışını durdurmak hem de sosyal ve ekonomik sıkıntı içinde olan Avrupa'yı bu durumdan kurtarmak için Batı Avrupa'da Vatikan kilisesinin önderliğinde yoğun bir faaliyet başlatıldı. Papa II. Urbanus Hz.İsa'nın doğum yeri olan Kudüs'ün ve kutsal saydıkları makamların müslümanlar tarafından kirletildiğini, Kudüs'e giden hristiyan hacı adaylarına zulüm ve işkence yapıldığını öne sürerek böyle mukaddes bir beldenin müslümanların baskısından kurtarılması için bütün hristiyanların canla başla seferber olmaları gerektiğini söyleyerek halkı sefere katılmaları için tahrik ediyordu. Halbuki uzun süredir bu kutsal topraklar hristiyan hacı adayları tarafından ziyaret ediliyor, bu konuda onlara engel olunmak şöyle dursun yardım bile ediliyordu. Filistin'de kendilerine ayrılmış hastaneleri, kilise ve manastırları hatta kütüphaneleri bile vardı. Öte yandan Batı Avrupa'da halkın içine düşmüş olduğu ekonomik kriz ve sıkıntıdan da ancak doğunun baharat yollarının ele geçirilmesiyle kurtulabileceği söylenerek halk bu sefere katılmaya teşvik ediliyordu. Bütün bu gayelerin gerçekleşmesi de ancak hristiyan aleminin yek vücut halinde hareket etmesiyle mümkün olabilirdi.


Birinci Haçlı Seferi:
Papa II. Urbanus 18-28 Kasım 1095 tarihleri arasında bütün Batı Avrupa'nın ileri gelen din adamlarının katıldığı bir toplantıda bu büyük harekâta süratle hazırlanmaları gerektiğini hatırlattıktan sonra ilk büyük haçlı kafilesinin harekete geçmesini temin etmiştir. Ertesi yıl yani 1096'da Pierre L'Ermitte adlı bir keşişin idaresinde heyecanlı fakat disiplinsiz bir haçlı kitlesi düzensiz bir vaziyette Belgrat, Niş, Sofya, Filibe ve Edirne yoluyla İstanbul'a gelmiş ve 6 Ağustos 1096'da Bizans İmparatoru Alexios Kommenos tarafından Anadolu yakasına geçirilmiştir. Savaş disiplininden uzak bu haçlı kitlesi Eylül 1096'da Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan tarafından bozguna uğratılmıştır.
Bu haçlı sürülerinin Kılıç Arslan tarafından imha edilmesi üzerine Avrupa'da prensler, dükler ve zırhlı askerlerden oluşturulan ordularla yeni bir hareket başlatılmıştır. Birincinin aksine tam bir disiplin içinde bulunan bu ordular savaş kabiliyeti yüksek şövalyelerden oluşuyordu. Meşhur kontların idaresinde dört kol halinde harekete geçen yeni haçlı kuvvetleri 1097'de yine İmparator Alexios tarafından Anadolu'ya geçirildi. Mayıs 1097'de İznik'i kuşatan Haçlılar müstahkem surlarla çevrili şehri sıkıştırmaya başladılar. Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıç Arslan bu sırada Malatya'da bulunuyordu. Üstün haçlı kuvvetleri karşısında başarılı olamayacaklarını anlayan müslüman askerler şehri Bizans kumandanı Butumites'e teslim etmek üzere müzakerelere başladıkları sırada Kılıç Arslan gelince teslimden vazgeçerek haçlılarla kanlı bir mücadeleye girdiler. Selçuklu sultanı I. Kılıç Arslan ordusunu İznik hisarı önündeki ovada savaşa soktu. Çok çetin geçen bu çarpışmalar sırasında her iki tarafın da ağır kayıpları oldu. Sonunda Kılıç Arslan İznik'i kendi mukadderatına bırakarak haçlıları dağlık bölgelerde ve geçitlerde sıkıştırmak gayesi ile geri çekildi. Haçlılar şiddetli hücumlar sonunda İznik'i ele geçirerek Bizans'a teslim ettiler.
(19 Haziran 1097). Kılıç Arslan böylece yalnız başkentin değil oradaki asker ve hazinelerini de kaybederken haçlı kuvvetleri de Eskişehir istikametinde ileri harekâta devam ettiler. 30 Haziran 1097'de Eskişehir ovasında Haçlıları tekrar sıkıştıran Kılıç Arslan arkadan yetişen zırhlı birlikler karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Anadolu içlerine çekilirken de muhtelif yörelerdeki Türk birliklerini kendisine katılmaya çağırdı. Bu arada Danişmend Gazi ve Kayseri bölgesi emiri Hasan ile ittifak yaptı.

Haçlılar Eskişehir ovasında birkaç gün dinlendikten sonra Bizanslıların tavsiyesine uyarak Konya'ya doğru yola çıktılar. Türk birlikler zaman zaman yaptıkları baskınlarla Haçlılara ağır kayıplar verdirdiler. Hâçlılar Ağustos ortalarında Konya'ya varıp Meram'da bir süre dinlendikten sonra Ereğli'ye hareket ettiler. Kılıç Arslan bu sırada tekrar haçlıların karşısına çıktı fakat savaşa girmeye cesaret edemedi. Haçlılar Ereğli de iki kola ayrıldılar. Bir kısmı Kilikya istikametinde yola devam ederken büyük bir bölümü de Kayseri'ye yöneldi. Emir Hasan yol boyunca Haçlılarla kahramanca savaştıysa da müslümanların Kayseri'yi boşaltmalarına engel olamadı. Haçlılar Kayseri'yi geçip Göksün ve Maraş yoluyla Antakya'ya doğru ilerlediler.
Ana Haçlı ordusu Konya Ereğli'sine vardığı sırada Kilikya'ya giden Baudouin de Boulogne, Maraş'ta birleşik haçlı ordusuna katılmış ve daha sonra Antakya istikametinde ilerleyen ordudan tekrar ayrılarak Urfa bölgesine gitmiştir. Telbâşir'de bulunduğu sırada kendisine yapılan davet üzerine Urfa'ya hareket etmiş ve 10 Mart 1098'de Urfa Haçlı Kontluğu'nu kurmuştur. Antakya'ya varan haçlı kuvvetleri ise burçlardan birini korumakla görevli Ermeni asıllı Firûz ile anlaşarak 3 Haziran 1098'de şehri işgal etmişler ve burada Antakya prensliğini, kurmuşlardır.

Haçlıların Suriye bölgesine inmeleri ve müslümanların mallarına ve canlarına kastetmeleri sebebiyle beliren hoşnutsuzluk üzerine halife Mustazhir Sultan Berkyaruk'a bir elçi gönderdi ve ordularının gücü kuvveti artmadan haçlılara karşı cihad için gerekli hazırlıklarda bulunmasını istedi. Berkyaruk da askerlerine "Amîdu'd Devle ile birlikte cihada çıkmalarını emretti (491/1097-1098). Hille Arap emîri Sadaka da aynı maksatla harekete geçti ve öncü birliklerini Enbar'a gönderdi. Fakat haçlıların çok büyük bir orduya sahip olduğu duyulunca müslümanların cesareti kırıldı. Bu durum Frankların Suriye'de iyice yerleşmeleri ve daha ileri bir harekâta devam ederek Kudüs'ü işgal etmeleriyle neticelenecektir.

Kudüs, Tâcu'd-Devle Tutuş'un hâkimiyetinde idi. Bilâhere Artuk oğlu Sokman'a ikta' etmişti. Haçlıların Antakya'yı işgalini ve bütün müslümanları kılıçtan geçirmelerini fırsat bilen Fâtımîler Efdal b. Bedru'l-Cemâlî'nin komutasında gönderdikleri ordu ile Kudüs'ü muhasara ettiler ve mancınıklarla taş yağmuruna tuttular. Şehri kırk gün koruyan Artukoğlu İl-Gazi ve Sokman sonunda Kudüs'ü onlara teslim etmek zorunda kaldılar.

Haçlılar Antakya'dan sonra asıl hedefleri olan ve Fâtımî emîri İftihâru'd devle tarafından idare edilen Kudüs'e yöneldiler. Aç ve perişan bir halde olan bu kutsal şehri günlerce muhasara ettiler. Nihayet 15 Temmuz 1099 tarihinde ele geçirdiler. Bir kısım müslümanlar Mihrab-ı Davud'a sığınıp 3 gün mücadele verdiler, fakat daha sonra eman ile teslim olmak zorunda kaldılar. Franklar Mescid-i Aksâ'da yetmiş bin müslümanı kılıçtan geçirdiler. Altın ve gümüş kandillere, sayısız denecek kadar değerli eşyaya sahip oldular. Böylece hedeflerine ulaşan haçlılar Kudüs'te Lâtin Devleti'nin ilk krallığını kurdular.
Bu müslüman katliamı karşısında Kadı Ebu Sa'd el-Herevî başkanlığında Suriye'den gelen heyet müslümanların acıklı vaziyetlerini gözler önüne serip yardım diledi. Halife gözleri yaşartan ve gönülleri ürperten bu durum karşısında Kadı Ebu Muhammed ed-Damağânî, Ebu Bekr eş-Şasî, Ebu'l-Kasım ez-Zencânî, Ebu'l-Vefâ b. Ukayl, Ebû Sa'd el-Hulvânî, Ebu'l-Hüseyn b. Semmâk'ı emirleri ve mü'minleri cihada teşvik etsinler diye gönderdi ise de çoğu yaşlılık ve hastalığım bahane etti. Bunlardan Ebu'l-Vefâ, Ebû Sa'd el-Hulvânî ve Ebu'l-Hüseyn Hulvân'a geldiklerinde Sultan Berkyaruk'un veziri Mecdu'l-Mülk'ün katledildiğini duyup geri döndüler. Böylece bu hayırlı teşebbüsten de hiç bir şey elde edilemedi. Sultan Berkyaruk ve diğerleri taht kavgalarından fırsat bulup da bu konularla ilgilenemediler.

Hz. Ömer'in Kudüs'ü fethettiği zaman hristiyan halka can ve mal emniyeti, din ve vicdan hürriyeti tanıdığını ve onlara nasıl İslâmî ve insanî bir muamelede bulunduğunu bilenlerin onun bu âlicenap hareketiyle hristiyanların Kudüs'ü işgal ettikleri zaman sergiledikleri vahşice davranışları birbirleriyle mukayese ederek Hz. Ömer'in bu asilce davranışı karşısında saygı ile eğilmeleri gerekir. Ama bu gibi olaylar İslam'ın ve müslümanların merhametli davranışları ile İslâm düşmanlarının gaddarca tavırlarının karşılaştırmak arasında son derece önemlidir.

İkinci Haçlı Seferi:
Atabeg İmadeddin Zengi'nin 1144'te Urfa'yı fethi bütün Avrupa'da çok büyük yankı uyandırdı. İslâm dünyasının bağrına bir kama gibi saplanan Urfa Haçlı Kontluğu'nun yıkılması ve Urfa'nın tekrar İslâm topraklarına katılması müslümanları büyük bir sevince boğarken hristiyanları da aynı şekilde üzüntüye sevketti. Urfa'yı üs olarak kullanıp el-Cezire ve Suriye'deki müslüman halka zulüm ve işkence eden hristiyanlar Aziz Bernard'ın teşvikleri ve Papa III. Eugenius'un 1145 tarihli fermanıyla yeni bir haçlı seferi için hazırlıklara başladılar. Papanın çağrısı üzerine Fransa kralı VII. Louis ile Alman imparatoru III. Konrad bu sefere katılmaya karar verdiler ve 1147'de ayrı ayrı hareket ettiler. Konrad Dorylaion yakınlarında Anadolu Selçuklu sultanı I. Mesud'a mağlup olarak sıkıntı içinde yoluna devam etti. Kral Louis de Antakya üzerinden Kudüs'e hareketle burada Konrad ile buluştu. İki haçlı lideri Şam'a sardırmaya karar verip 50.000 kişilik büyük bir orduyla harekete geçtiler. Şam âtabeği Emir Üner, Musul atabeği Nureddin Zengi'den yardım istedi. Bir müddet Şam'ı kuşatan haçlılar hiç bir başarı elde edemeden geri döndüler. Böylece ikinci haçlı seferi hedefine ulaşamadan sona erdi (1148).

Üçüncü Haçlı Seferi:
Büyük İslâm mücahidi Salâhaddîn-i Eyyûbî'nin Mısır'da hâkimiyeti ele geçirerek Fâtımi devletine son vermesi haçlılar için de ağır bir darbe olmuştu. Salahaddin 1187'de Hittin'de kral Guy de Lussignan'ı mağlup etmiş ve Gerçek Haç'ı ele geçirmişti. Haçlılar İslâm dünyasına geldikleri tarihten beri böyle ağır bir darbeye maruz kalmamışlardı. Salâhaddin-i Eyyubî bu savaşta Kudüs haçlı krallığına bağlı kuvvetlerin büyük bir kısmını imha etmiş olduğu için ciddi bir mukavemetle karşılaşmadan Taberiyye, Nâsıra, Nablus, Akkâ, Hayfa, Sayda, Cübeyl ve Beyrut'u, 4 Eylül 1187'de de Askalan'ı zaptetti. 20 Eylül 1187'de Kudüs'ü muhasara etmeye başladı ve 2 Ekim 1187 Cuma günü (27 Receb 583) Mirac gecesinde fethetti. Bu zafer İslâm âlemini haklı olarak büyük bir sevince boğdu. Salahaddin-i Eyyubî de tıpkı Hz. Ömer gibi esir alınan hristiyan ahaliye şefkat ve merhametle muamele etti. Şehirdeki haçlılar fidye ödeyerek kurtuldular. Fakirlerden hiçbir fidye alınmadan diledikleri yere gönderildi. Kadınlara, çocuklara ve hristiyan din adamlarına her türlü kolaylık gösterildi. İşte Seksen sekiz yıl önce Kudüs'e giren haçlı zalimlerinin davranışı ile Selahaddini Eyyûbî'nin davranışları arasındaki fark iki ümmet arasındaki farktır.

Kudüs'ün fethi ve Haçlı hakimiyetindeki bir çok şehrin müslümanların eline geçmesi Avrupa'da tepkiyle karşılandı ve Papa VII. Gregorius'un çağrısıyla Kudüs'ü kurtarmak amacıyla yeni bir sefer için hazırlıklara başlandı. Çağrıya ilk katılan Sicilya kralı Guglielmo 1189'da başlatılan sefere katılamadan öldü. Papalığın tahrikiyle Alman imparatoru Friedrich Barbarossa, Fransa kralı Phlippe Auguste ve İngiltere kralı Arslan Yürekli Richard ile İtalyan şehir devletleri de gemileriyle bu sefere katıldılar. Haçlılar bu seferde sahip oldukları muazzam donanma sayesinde Selahaddin'e karşı uzun süre mukavemet edebildiler. Kral Philippe ile Richard 1191'de Akkâ önlerinde buluşup şehri muhasara ettiler. Haçlılar karşısında tutunamayan Akka emiri teslim oldu (1191). Bu arada kral Richard ile anlayaşamayan Philippe ülkesine döndü. 1192'de Yafa ile Sur arasındaki sahil şeridi Franklara bırakılarak 3 yıl 8 aylık bir anlaşma imzalandı. Üçüncü Haçlı seferinde haçlıların yegane kazancı Kıbrıs'ı elegeçirmeleriydi. Haçlılar daha sonra burayı önemli bir üs olarak kullandılar.

Dördüncü Haçlı Seferi:
Dördüncü haçlı seferinin amacından saptırıldığını gören Papa bu düşüncenin bütün Hristiyan alemine yayılmasından korkarak yeni bir sefer için kolları sıvadı. Halk arasında haçlı seferlerine katılma arzusu bütün şiddetiyle devam ediyordu. 1212 yılında binlerce çocuk aynı düşüncelerle sefere katılmıştı. Bunun üzerine Papa III. İnnocentius 1215 tarihinde yeni bir sefer için çağrıda bulundu. Kutsal Roma Germen İmparatoru II. Friedrich de bu sefere katılmaya söz vermişti ancak daha sonra ülkesinde kalması uygun bulundu. Papa'nın bu seferi gerçekleştirebilmesi için önemli miktarda paraya ihtiyacı vardı. Venedik ve Cenova'ya müracaat ederek yardım istedi. Onlar ancak Mısır'a bir sefer düzenlenirse para yardımında bulunacaklarını söylediler. Maksat dini olmaktan çok ticârî bir hüviyet kazanmıştı. Uzak Doğu'ya giden ticaret yolunun Mısır ve Kızıl Deniz'den geçmesi sebebiyle bu yöreye hâkim olmak istiyorlardı. 1218'de Kudüs krallığının yasal varisi Jean de Brienne önderliğinde yola çıktılar. 1219'de Dimyat'ı işgal ettiler. Bir Fransız birliği de Anadolu istikametinde yola koyuldu. Eyyûbiler endişeye kapılarak Kudüs'ü teslim etmeye razı oldukların bildirdi ve barış talebinde bulundular. Fakat papalık elçisi buna yanaşmadı ve 1221 Temmuzunda Kahire'ye doğru hareket etti, fakat Nil'i geçemedi. Eyyubî hükümdarı el-Melikü'l-Kâmil haçlıları Dimyat'tan uzaklaştırmayı başardı. Neticede haçlılar daha kötü şartlarda bir anlaşmayla razı oldular (1221). Bu sefer papalığın önderliğinde düzenlenen son haçlı seferi oldu.

Altıncı Haçlı Seferi:
Bu haçlı seferi karakter bakımından diğerlerinden farklıydı. Papa, III. Honorius Kutsal Roma Germen imparatoru II. Friedrich'i Kudüs'ü elegeçirerek orada krallık tacını giymeye teşvik etti. 1227 yılında sefere çıkılmak üzereyken salgın bir hastalık yüzünden bundan vazgeçildi ve geri dönüldü. Yeni Papa IX. Gregorius imparatorun hastalığı bahane ederek geri dönmesinden hoşlanmadı ve onu aforoz etti. Bunun üzerine II. Friedrich papalıktan ayrı olarak kendi başına Mısır'a hareket etti. Eyyûbi hükümdarı dahili mücadeleler yüzünden haçlılarla ciddi olarak mücadele edemedi. II. Friedrich ile anlaşarak Kudüs, Nâsıra ve Beytüllahm'ı haçlılara teslim etti (1229). el-Melikü'l-Kâmil'in bu davranışı İslâm alemini üzüntüye boğdu. Salâhaddin-i Eyyûbi'nin binlerce şehit vererek fethettiği bu mukaddes beldeyi onlara teslim etmesi ihanet olarak kabul edildi. Nihayet el-Melikü's-Salih devrinde şehir yeniden müslümanlar eline geçti (1246).

Yedinci Haçlı Seferi:
Fransa kralı IX. Louis yeni bir sefer arzusundaydı. Papa IV. İnnocentius da onu destekledi ve 1245'te hristiyanlara yeni bir çağrıda bulundu. Kral Louis Fransız ve İngilizlerden oluşan bir orduyla yola çıktı (1248). Eylül ayında Kıbrıs'ı alıp Mısır'a doğru yola çıktı. 1249'da Dimyat'ı zaptettiler. Robert de Artois adlı haçlı kumandanı Mansûra'ya bir sefer düzenlediyse de yenilip geri çekildi. Daha sonra bizzat Kral Louis Kahire üzeri ne yürüdü fakat İslâm ordusuna yenilerek Turanşah'a esir düştüyse de serbest bırakıldı.

Sekizinci Haçlı Seferi:
Moğolları Aynicâlut'ta ağır bir bozguna uğrattıktan sonra Kutuz'u öldürerek tahta geçen Baybars Haçlılara karşı yoğun bir kampanya başlattı. 1265'te Kaysâriyye, Hayfa ve Arsuf'u, ertesi yıl Galilea'yı, 1268'de Antakya'yı ele geçirdi ve 1271'de Haspitalier şövalyelerinin karargâhını zaptetti. Bu gelişmeler Avrupa'da büyük yankı uyandırdı. IX. Louis yeni bir sefer için hazırlığa başladı ve 1270'de Tunus'u işgal etmek gayesiyle harekete geçti. Onun yolda ölümü üzerine Prens Edward kumandasındaki haçlılar başarı sağlayamadılar. 1289'da Trablusşam, 1291'de de haçlıların son kalesi Akkâ düştü. Papa IV. Nicholaus ve halefleri doğudaki hristiyanlara yardımcı olmak amacıyla teşebbüse geçtilerse de sonuç alamadılar. Fransa ile İngiltere aralarındaki çekişmeler yüzünden bu hareketi yeterince destekleyemediler. Üstelik Avrupa ekonomik açıdan da giderek zayıf düşmüştü. Haçlı seferleri daha sonraki asırlarda devam etmekle beraber bunların gayesi artık kutsal toprakları elegeçirmek değil Avrupa'daki Osmanlı ilerleyişini durdurmaktı.

Osmanlıların Balkanlara girip Bulgaristan'ı ve Sırbistan'ın bir kısmını ele geçirmesi üzerine bütün Avrupa Hristiyan dünyası hazırladığı birleşik ordularla Osmanlılar üzerine saldırıya geçtiler. Kurulan Balkan ittifakıyla Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Arnavutlar ve Ulahlar Kosova'da müslümanlara saldırdılarsa da büyük kayıplar vererek geri çekildiler. Fakat birkaç yıl sonra Balkan ittifâkına katılan milletlere ek olarak Fransız, İtalyan ve İngilizlerin de yer aldığı büyük bir Haçlı ordusu daha harekete geçip Balkanlarda müslümanlara saldırdı. Niğbolu'da meydana gelen savaşta Haçlılar büyük bir bozguna uğratıldılar.
Günümüze kadar devam eden Batılıların saldırıları I. Dünya savaşında Osmanlıyı yıkarak daha sonraları Kuzey Afrika ve Ortadoğu'yu istila edip birçok küçük devletçikler kurarak emperyalist bir ruhla sömürmeye başlamışlardır. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi İslâm dünyasının merkezinde mukaddes Kudüs çevresinde Yahudi devletini kurmakla veya bu devletin kurulması için en büyük yardımı sağlamakla haçlı zihniyetlerini bir kez daha ortaya koydular. Filistin, Keşmir ve Afganistan'ın işgali Kıbrıs konusundaki tutumları haçlı zihniyetinin bir devamı olarak yaşanırlığını sürdürmektedir.

Abdülkerim ÖZAYDIN

Selçuklu Hanedanının Şeceresi

selçuklu
Selçuklu Askeri
   Selçuklular'ın zaman içinde büyük bir imparatorluk kurabilmelerini sağlayan,Selçuklular;hükümdar ailesinin atası,Selçuk Beğ'in adının,"Küçük sel" manasına geldiğini ve bir başka kayda göre de; "Sel-Tağ" civarında doğduğu için,adını da bu dağdan aldığı ve son olarak da "Selçuk" şekline göre;Türkçede "mücadeleci" manasına gelen bir ad taşıdığı kayıtlarda geçmektedir.

   Selçuklular tarihi,bir çok yönü ile bazı açılardan sisler arasında kalmış bir tarihtir.Ancak,"tarihi kayıtların yanı sıra,"para ve damgalar"dan anlaşılabilmiştir ki;Selçuk Beğ'in aile efradı Oğuzlar'ın "Kınık Boyu"na mensuptur.Selçuk Beğ'in babası ise "Dokak" veya "Tokak" adını taşıyan ve "Temir-Yalık" - "Demir-Yaylı" denilen bir yiğittir ki,Oğuzlar arasında bu lakap ile anılırdı.Bilindiği gibi,eski Türk geleneğine göre,yay,hakimiyeti temsil eden bir alametti ve Dokak Beğ bu lakapla anılan ve bütün Türk boyları tarafından böyle bilinen bir bahadır olarak,hemen her meselede kendisine başvurulur ve başbuğ olarak itibar görürdü.

Kaynak:"Türk Cihan Hakimiyetine Açılan Yol"/Levan Panos Dabağyan/Karadağ Yayınları,adlı kitaptan yaptığım alıntıdır.

1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda Zafer Kazanan Ordunun Trabzon'da Karşılanması

1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda zafer kazanan ordunun Trabzon'da karşılanması.

Akıl Hastalarını Tedavi Eden İlk Devlet:Osmanlı

19. asra kadar Avrupa’da akıl hastası, şeytan tarafından rûhu kabz edilmiş, ancak cismen insan olan bir varlıktı. Osmanlı’ya göre ise sadece meczûbidi. Yani Allah katına “cezb edilmiş” hasta... Meczûb’un yanında mecnûn, şeydâ, dîvâne denebilir, deli demekten kaçınılırdı. Hikmetinden suâl olunmaz bir sebeple bu illete düçar olmuş insana hakaret etmemeye özen gösterilirdi.
15. asır sonlarında İkinci Bâyezîd’in Edirne Dârüşşifâ’sı, 16. asır başlarında Hurrem Haseki-Sultân’ın Mimar Sinan’a yaptırdığı Haseki Dârüşşifâ’sı, bimâr-hâne seksiyonları ile cihan çapında ün yapmışlardı, Haseki Hastanesi bugün de işlevini sürdürüyor ve politik alanda büyük günahları olan Hurrem bu vesileyle hâlâ dua alıyor.
Osmanlı’nın mâl-i hulyâ dediği mélancolie (melankoli), kara sevdâ dediği hystérie (isteri), ateh-i kable’l-mîâd dediği schizophrénie (şizofreni), ayrı metodlarla tedavi gören akıl hastalıkları idi. İlâç, istirahat, gıda ve çiçek çeşitleri, musiki, tedavi yollarından bazıları idi. Besin ve çiçek çeşitleri koku, renk, şekil, tad bakımlarından dikkatle kullanılmıştır. Bu husus, Osmanlı tıbbına ve Türk medeniyetine şeref verir.

Bizans Ordusunda Eğitim Sistemi

Bizans Ordusu
   Bizans Ordusunda eğitim sistemi,çok katı ve insanlık dışı metotlara göre uygulanmaktaydı.Mesela:Acemi erlerin eğitimi,Kastamonu ve Sofya'da kurulmuş olan başlıca eğitim merkezlerinde sağlanmaktaydı.Ana eğitim merkezlerinden birinin Anadolu,diğerinin ise Avrupa yakasında kurulmuş olmasındaki hikmet;Acemi eratın memleketinden ve ailesinden uzak olup,kendini sadece eğitime vermesini sağlayabilme maksadına dayanmaktaydı.Çünkü,bilhassa Rum asıllı olan,yani yerli halkın gençlerinden az da olsa orduya intisap edenler olmaktaydı.Fakat kısa bir müddet sonra bu isteklerinden vazgeçmekte ve bulundukları kışlayı terk ederek evlerine dönmekteydiler.Lakin birbirinden bu derece uzak olan eğitim merkezlerinden kolaylıkla kaçabilmek imkansızdı.

   Ne var ki,eğitim merkezlerindeki disiplin pek katı metotlarla tatbik edilmekteydi ve böylece daha iyi netice alınabileceği umulmaktaydı.Ama,işin aslı hiç de öyle değildi.Zira hem gurbetin verdiği sıla hasreti,hem de gayet sıkı bir disipline tabi tutulmak,acemi erata çok ağır gelmekte ve bir çoğu canlarından bezmekteydiler.Hele dayak atma metodunun adeta kural halini almış olması,tamamen içler acısıydı.Eğitimin temel prensibini teşkil eden bu sistem acemi erlerden bir çoğunun ölümüne yol açmaktaydı.Zira acemi erler en vahşiyane metotlarla dövülmekteydiler ve dayağın hududu yoktu...Ne var ki bütün bu katı kurallara rağmen,ölümü göze alıp kaçanlar yine de vardı;aöa,şansı yaver gitmeyip de yakalananın vay haline!..Yakalanacağına ölse daha iyi idi.Çünkü asker kaçaklarına uygulanan ceza,idam edilmekten beterdi.Mesela:Kaçarken yakalanan herhangi bir askere iki şekilde ceza verilirdi.Şöyle ki,şayet birinci kaçışı ise,burnu kesilir;ikincisinin ise,gözleri oyulurdu!..Bu derece vahşet vericibir şerait altında yetiştirilen askerlerde insanlık duygularından hiçbir eser kalmayacağı aşikardı ve zaten,şansı yaver gider de eğitimi sağ salim bitirebilmiş olanlarda,sadece kin ve nefret hissi kalır ve kalan bütün melekelerini yitirmiş olurdu.
   Dolayısıyla,yarı yarıya canavarlaşmış olan böyle bir mahlukata,asker denemezdi!..İşte Bizans ordusundaki eğitim sistemi de buydu!..

Kaynak:Levon Panos Dabağyan /"TÜRK CİHAN HAKİMİYETİNE AÇILAN YOL"/Karadağ Yayınları, adlı kitaptan yaptığım alıntıdır.

Tuğrul Bey Kimdir?

tuğrul bey
Tuğrul Bey
Oğuzlar'ın Kınık boyundan Selçuk Bey'in torunudur. Babası Mikail, gaza akınında şehit düşünce, dedesi Selçuk Bey’in yanında büyüdü. Çocukluğu Cend şehrinde geçti. Gaznelilerin, Selçuk Bey'in oğlu Arslan Yabguyu esir almasından sonra 1025 yılında Selçukluların başına geçti.Altun Can Hatun ile evlendi.
Selçuklulara yeni bir yurt arayan Tuğrul Bey komutasındaki Türkler Horasan'a göç ettiler. 1028-1029 yılları arasında kardeşi Çağrı Bey ile birlikte Merv ve Nişabur kentlerini ele geçirdi. Buhara ve Belh kentlerine seferler düzenledi. 1038 yılında Nişabur'da kendini sultan ilan etti. 1040 yılında Gaznelilerle yaptığı Dandanakan Savaşı'nı kazanarak Gazne Devleti'ne karşı Selçukluların üstünlüğünü sağladı. Kardeşi Çağrı Bey'i Horasanvalisi tayin eden Tuğrul Bey İran'ın büyük bir bölümünü ele geçirdi ve Selçuklu topraklarını Anadolu topraklarına kadar genişletti.
1055 yılında Bağdad merkezli Abbası halifesi olan Kaim Bağdad'ı ellerinde bulunduran Şii mezhepli Büveyhoğulları'na olan bağımlılıktan kurtulmak için Bağdad'lı ünlü alım, fakih ve kadı Mâvardı'yı Tuğrul Bey'e göndererek Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey'den yardım istedi. Bağdad'a asıl iktidar gücü olan halifelik muhafız güçleri komutanı olan Türk asıllı ama Şii mezhepli "Basâsırı" destek görmeyi önceden kabul etti. Ama sonra "Basâsırı" bu görüşünden ayrıldı ve Buveydiler ile aksi düştü. Halife Kaim de bu ayrılıktan istifade edip Tuğrul Bey'i Bağdad'a davet attı.
Tuğrul Bey Abbası halifesini Şii tehtidinden kurtarmak için 1055'te Bağdat'a yaptığı seferde Büveyhoğulları ile savaştı ve onları ağır bir yenilgiye uğrattı. Irak'da son Büveyhoğulları hükümdarı olan El-Meliku’r-Rahim'i esir alan Tuğrul Bey bu devlete son verdi. Tuğrul Bey Bağdad'a girip Abbası halifeliğinin koruyuculuğunu üzerine aldı.
Fakat tam bu sırada Selçuklu idaresinde bulunan ülkede Tuğrul Bey aleyhine üvey kardeşi İbrahim Yınal isyan etti ve büyük sayıda Türkmen de bu isyana katıldı. Tuğrul Bey isyancı üvey kardeşi İbrahim Yınal ve Buveyhoğulları orduları ile zor bir savaşa girmek zorunda kaldı. Aralık 1058'de 400 atlı süvari bedevi Banu Hilal aşiret birlikleri başlarında 1055'de Bağdad'dan sürülmüş Basasırı olarak Bağdad'ı işgal ettiler. Şehirde camilerde Kahire'de bulunan Şii Fatimiler halifesi Mûstensir adına hutbe okuttular.
1060 yılında Tugrul Bey Ibrahim Yinal isyanini bastirdi ve Fatimi Devletinin eline geçmiş olan Bağdat'ı ele geçirdi. Abbasi halifesi Kaim'in tekrar Bağdat'a dönmesini sağlayan Tuğrul Bey, halifenin kızı Seyyide Fâtıma el-Betül ile evlendi. Halife Kaim, Tuğrul Bey'e Sultan, Ruknu ʾd-Devle (Dinin direği) veMalikul-Meşrik ve Magrib (Doğu'nun ve Batı'nın Sultanı) unvanlarıni verip onu Sultan ilan etti.
Tuğrul Bey 4 Eylül 1063 tarihinde 73 yaşındayken çocuksuz olarak İran'ın Rey kentinde vefat etmiş ve yerine yeğeni Alp Arslan geçmiştir.

Osmanlı'da Tuğra ve Anlamı

Osmanlılarda Tuğra, sultanların gözalıcı kaligrafik nişan, alamet veya arması, bir çeşit imzasıdır. Sultanın ve babasının adını ve çoğunda el muzaffer daima dua ibaresini içerirdi. Tuğra bizatihi sultan tarafından yazılmayıp nişancı veya tuğrakeş veya tuğrâî veya tuğranüvis veya tevkiî denilen görevlilerce yazılırdı. Yetkisiz tuğra çekilemezdi. Tuğralar bazı sultanların mühürlerine de kazılmıştır.
Osmanlılarda gereği halinde sınır boylarındaki eyaletlerde bulunan vezirlerin aradaki mesafenin uzaklığına ve siyasi nedenlere bağlı olarak önemli konularda tuğra çekmelerine izin verilmiştir. Tuğrakeş vezir denilen bu eyalet valilerinin tuğra çekmek yetkileri Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın sadaretine kadar devam etmiş ve onun son zamanında kaldırılmıştır 1640-43 M.
osmanlı tuğrası
Osmanlı Tuğrası

20 Maddede:Mason Sembolleri ve Sırları



1-Masonluk, tarih boyunca dünyanın hemen her köşesinde etkili olmuş, temelleri gizlilik üzerine oturtulmuş bir teşkilattır. Resmi olarak 18. yüzyılın başlarında kurulmuşsa da, fiilen yüzlerce senedir varlığını sürdürmektedir.
2-Masonik yayınlar masonluğun amacını “iyi ahlaklı ve erdemli insanlar arasında kardeşliğin kurulması, insanlığın hürriyet içinde fikri ve sosyal gelişmesi, olgunlaşması, gerçeği araştırılmasıdır” şeklinde açıklar.
3-Oysa herşey bundan ibaret değildir. Dünya çapındaki bu örgütlenme, bünyesine devlet adamları, politikacılar, düşünürler, sanatçılar, yazarlar ve toplumun önde gelen kişilerini almış; bu sayede, çoğu zaman, ülkelerin sosyal ve siyasal yapılarını kendi ideolojisi doğrultusunda yönlendirebilmiştir. Sayısız ihtilalin, ideolojinin, ekonomik ve sosyal doktrinlerin ve bunların uygulamalarının arkasında Masonluğun izlerini görmek mümkündür.
4-Masonları ifade etmek için kullanılan “Dul Kadının Çocukları” deyimi üzerinde bir çok arastırma yapılmıştır. Ortak fikir, masonluğun temellerinin dayandırıldığı ve Hz. Süleyman mabedini inşa eden Hiram Usta’nın dul bir kadının çocuğu oluşu üzerinde toplanmaktadır. (Çırak, Usta, Kalfa, s.106) Bu deyimin ne manaya geldiğini masonların ağzından ifade etmek için şu örnek yeterli olacaktır. “Dünyada ve Türkiye’de Masonluk ve Masonlar” kitabının yazarı İlhami Soysal’ın “Dul kadının çocuğuna yardım ne demek?” sorusuna ünlü mason Nazif Ekemen şu yanıtı vermiştir:”Bu masonik bir deyimdir. Masonlar her biri teker teker dul kadının çocukları sayılırlar. Dul kadın Üstad Hiram’ın anasıdır. Dolayısıyla, bir masonun yardım dileyen bir başka masona yardım etmesine dul kadının çocuğuna yardım denir. Bu bir zorunluluktur.”
5-Sembolizm, Masonlar için çok büyük önem taşır. Semboller kanalıyla açıkça ifade edilmesi mümkün olmayan pek çok mesaj, gizli bir şekilde anlatılır. Bu bir bakıma, yasadışı örgüt mensuplarının kendi aralarında haberleşmek için geliştirdikleri şifre sistemine benzer. Mason olmayanların farkına dahi varmadığı bir simge, Masonlar için değişik anlamlar taşır.
6-Sembolizmin kendileri için taşıdığı büyük anlamı Masonlar şöyle dile getirirler: “Masonlukta semboller, masonik ilkeleri daha iyi anlatmak, ritüellerin içerdiği aşılamaları ve öğütleri belleklere iyice yerleştirmek, bunların uzun ömürlü olmalarını sağlamak için kullanılırlar. Masonlukta sır olarak nitelendirilen şeylerin başında masonik işaretler, sözcükler ve simgelere verilen anlamlar gelir.” (Sözlük, Büyük Mason Mahfili Yayınları, s. 158.)
7-Yakin – Boaz Sütunları: Mason localarındaki Yakin-Boaz sütunları ve bunlarla ilgili bazı sırlar Mimar Sinan Dergisi’nde şöyle açıklanır:   “… mabedimize girelim. İki sütun arasında düzenli duruş ve işaret ile üstadı muhteremi selamlayalım… B ve J sütunları…Kutsal kitap, Tevrat 1. Krallar Bap 7 Ayet 21, BOAZ VE JAKIN kelimelerinin ilk harfleri…
Bu sütunlar aslında dış aleme aittirler, mabedin dışında telakki edilmeleri icap eder. Nitekim bu sütunlara gelinceye kadar, loca içinde olmamıza rağmen serbest yürürüz ve sadakat duruşunda değiliz. Bu sütunlar harici alemle iç alemimiz arasındaki hududdur.” (Mimar Sinan Dergisi, sayı: 17, s. 47.)
Söz konusu iki sütun Masonluğun temel sembollerindendir; aynı zamanda Mason localarının olmazsa olmaz dekorlarındandır. Yukarıdaki alıntıda belirtildiği gibi, J ve B harfleri masonluğun kuvvetle tesis, üreme ve çoğalma politikalarını sembolize etmektedir.
8-Üç Sütun: Mason locasında, girişteki sütunlardan ayrı olarak, üç sütun daha bulunur. Bunlar akıl, kuvvet ve güzelliği temsil ederler. Sözü edilen üç sütunun Kabbala’ya uzanan kökeni bir Masonik kaynakta şöyle anlatılır: “Akl-ü hikmet, Kuvvet ve Güzellik, İskoç ritine göre, Üç Sütun, Uzun karenin köşelerinde Gönye şeklinde olmalıdır: biri, güney-doğu açısında, diğeri güney-batıda, üçüncü de kuzey-batıda.
Yalnız bu üç sütunu Mabedin girişindeki iki Sütun ile karıştırmamak lazımdır. Bu üç sütunun adlarının Kabbal’in üç Sefirotunun adı ile aynı olduğu görülmektedir. Bilindiği gibi, İbrani Kabbal’i ilahi tezahürün özel bir ifade şeklidir. Sefirotlardaki Üç Sütun, Chochmah, Geburah ve Chesed’dir. Dördüncü bir Sütun, görüneni görünmeyene bağlayan Binah (yüksek zeka), maddeden kurtulduğu için, mevcuttur, fakat ölümlü gözlere gözükmez.” (Mimar Sinan Dergisi, sayı: 17, s. 47.)
9-Üçgen ve Göz: “Üçgen” Masonluğun önemli sembollerinden birisidir. Mimar Sinan Dergisi’nde üçgen üzerine şunlar yazılıdır: “Sembol’e örnek olarak “üçgen”, allegori’ye örnek olarak da “Hiram Efsanesi” gösterilebilir. Üçgen, operatif masonlar tarafından teslisin sembolü olarak kabul edilmiş ve böylece spekülatif masonluğa intikal etmiştir.” (Mimar Sinan Dergisi, sayı: 17, s. 47.)
Şunu da belirtmek gerekir ki üçgen sembolü çoğu zaman içinde yer alan bir göz sembolüyle birlikte kullanılır. Mason localarında ve eserlerinde yeralan ışık saçan üçgen içindeki göz simgesi dikkat çekicidir.Bu sembol Masonlara, kendilerine verilen sırları titizlikle saklamaları gerektiğini ve “göz”ün üzerlerinde olduğunu hatırlatır. Işık saçan üçgen içindeki göz sembolüne, görünüşte masonlukla alakası olmayan yerlerde de rastlamak olasıdır. Masonlar bunu, diğer başka sembollerle birlikte, güçlerini ve hakimiyetlerini vurgulamak amacıyla kullanırlar. Örnek olarak, 1 Amerikan Doları üzerindeki üçgen içindeki ışık saçan göz figürü verilebilir.
10-Gönye ve Pergel: Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Türkiye Büyük Locası’nın internet sitesinde gönye ve pergel sembolü hakkında şunlar yazar: “Genellikle Mason olmayanların da Masonluğun simgesi olarak bildikleri gönye ve pergel çok eski kaynaklara kadar gider. Bu birbiri üzerine yerleştirilen avadanlıklar sadece duvarcıların işaretleri değil, aynı zamanda en eski misterlerde bile bulunan ve çok yaygın sembollerdi. Örneğin Dürer’in Melankoli adlı tablosunda da bu sembolleri görmekteyiz. Bugüne kadar açıklaması yapılmayan bu tablodaki gönye ve pergel sembolünün çok eski zamanlardan gelen bir geleneğin devamı oldugu kuşkusuz.” (Semboller, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Türkiye Büyük Locası, 2001,http://www.mason.org.tr/sembol.html. )
Bu sembolü Masonlara ait olan neredeyse her şeyde ve her yerde görmek mümkündür. Gönye ve pergelin kaynağı yukarıdaki alıntıda, “çok eski zamanlardan gelen bir geleneğin devamı” şeklinde geçiştirilmiştir. İşte bu geleneğin kökeni binlerce sene öncesine dayanan Hiram Efsanesi’nden başkası değildir. Masonlar Hiram Usta’nın kullandığı bazı inşaat aletlerini ve malzemelerini sembol olarak benimsemişlerdir; gönye ve pergel de bunların en başta gelenleridir.
11-Yıldız: Hemen her yerde karşılaştığımız yıldız figürü gerçekte bir Mason sembolüdür. Masonlar gerek altı köşeli yıldızı gerekse beş köşeli yıldızı yaygın olarak kullanırlar. Kendi kaynaklarında yıldız sembolünü şöyle yorumlarlar: “Evvela, 5 kollu yıldıza, yani ışık saçan yıldıza, Pentagrama dikkat edelim. Doğuda yer alan, içinde evrenin ulu mimarinin remzi olan G harfi ile. Bu yıldız, yenileşen insanın sembolüdür.” (Mason Dergisi, sayı: 37-38, s. 41.)
12-Güneş-Ay: Güneş ve ay sembolleri mason ritüellerinde önemli bir yer tutar. Bu sembollerin Masonluğa karşı olanları dağıtmak için kullanıldığı ve ayrıca disiplini sembolize ettiği bilinmektedir. Localarda güneş doğu tarafında, ay ise batı yönünde yerleştirilir. Bunların loca çalışmalarında ve ritüellerdeki önemi masonik kaynaklarda şöyle anlatılır: “Güneş, ay ve yıldızlar ilahi ve geometrik gerçekleri oluştururlar. Bu ilahi ve geometrik gerçekler loca çalışmalarında doğruyu süslerler.” (Mimar Sinan Dergisi, sayı: 60, 1986, s. 22.)
13-Tokmak: Hiram Usta’nın inşaat aletlerinden birisi olan tokmak sembolleştirilerek masonluğa alınmıştır. İlk Mason üstadı olarak kabul edilen Hiram Usta’nın, elinde mason tokmağı olan heykeline sıklıkla rastlamak mümkündür. Hiram Usta’nın bu heykeli diğer Masonik sembollerle beraber, Mason Mithat Paşa tarafından kurulan Ziraat Bankası’nın Karaköy’deki binasında da bulunmaktadır.
14-Güvercin: Güvercin figürü Masonlar tarafından bir sembol olarak kullanılır ve temsil ettiği anlam şöyle açıklanır: “Güvercin masonlukta Nuh’un habercisinin bir sembolüdür. Eski sembolizmde, güvercin saflığı ve masumiyeti temsil etti.” (“Brother George Washington’s Masonic Apron”, Grand Lodge of Pennsylvania, 2001,http://www.pagrandlodge.org/mlam/apron/index.html. )
15-Kartal: Kartal sembolü ülkeler ve firmalar tarafından sıklıkla kullanılan bir şekildir. Bunlar arasında en çok tanınanı Amerika Birleşik Devletleri ile ilgili olandır. Kartal, 18. yüzyılda Birleşik Devletler’in ulusal kuşu olarak ilan edilmiştir. Günümüzdeki resmi armasının üzerindeki hakim figür kanatlarını açmış bir kartaldır.
Kartalın yaygın olarak kullanılmasının gerçek nedeni Masonluktur. Çünkü kartal önemli bir Masonik simgedir ve Masonluktaki en üst derece olan 33. derecenin sembolüdür.
16-Yılan: Masonik sembollerde kullanılan hayvanlardan birisi de yılandır. Yılanın anlamı Mimar Sinan Dergisi’nde şöyle belirtilir: “Yılan bir çok zaman iki yılan birbirine sarılmış şekilde resim edilmektedir, bu şekil hayatı, çiftleşmeyi ifade eder.” (Mimar Sinan Dergisi, sayı: 26, s. 57.)
17-Yedi Kollu Şamdan: Şamdanlar Mason localarının olmazsa olmaz aksesuarlarındandır. Ayrıca bunların 7 tane olması gerektiği Masonik kaynaklarda şöyle belirtilir: “Şamdanlar, Mason Mabedindeki kutsal ateştir. Mabet, sembolik olarak, alevlerle aydınlatılmalıdır. Usta derecesinde yedi şamdan bulunması şarttır.” (“Çırak, Kalfa, Usta”, s. 70.)Burada bir noktaya dikkat çekmek isteriz: İnsanların çoğunluğu katıldıkları bir toplantı veya davette, masanın üzerindeki 7 kollu şamdanı dekoratif bir eşya olarak . Oysa bu, toplantıya katılan masonlar için, oradaki mason hakimiyetini gizlice vurgulayan bir mesaj niteliği taşıyabilmektedir.
18-Akasya ve Çelenk: Bazı mimari yapılarda, çeşitli ülkelerin armalarında ve paralarında, kimi şirketlerin amblemlerinde akasya dallarından yapılmış çelenklere rastlamak mümkündür. Gerek akasya dalları gerekse bunlardan oluşturulmuş çelenkler Masonik sembollerdir. Masonik efsaneye göre, Hiram Usta’nın cesedinin gömülü olduğu yerin bulunabilmesi için mezarının üstüne bir akasya dalı dikilmiştir. Sembollerden ayrı olarak, Masonik törende akasya dalının kullanımı şu şekildedir: “Hiram, efsanede, öldürücü darbeyi yedikten sonra düşer. Masonik ritüelde, Aday, işte o zaman, tabuta yatırılır, üzerine siyah bir örtü, bunun üzerine de bir akasya dalı konur.” (“Çırak, Kalfa, Usta”, s. 104.)
19-Işık Saçan Kılıç: Bir adayın Masonluğa girişinde yapılan törende özel bir kılıç kullanılır. “Işık Saçan Kılıç” olarak adlandırılan bu kılıcın tekris törenindeki yeri şöyle açıklanır: “Masonik törende, Işık Saçan Kılıç, Adayın takdisinde kullanılır. Çoğunlukla, Üstadı Muhterem, sol elinde tuttuğu kılıcın namlusunu Adayın başının üstüne uzatır ve namlusunun üstüne çekiçle üç kere vurur. Bazen de, Üstadı Muhterem, kılıcı önce Adayın başına, sonra sol omuzuna, daha sonra da sağ omuzuna koyar ve her seferinde de çekiçle bir darbe vurur. Bu ikinci halde, Keter (Taç), Binah (Zeka), Hokmah (Aklühikmet) sefirotik üçlüsüne uyulmaktadır.” (“Çırak, Kalfa, Usta”, s. 41.)
20-Mason Mabedi: Masonların toplantılarını yaptıkları mason locası “Mabet” şeklinde de adlandırılır. Burada ilginç bir nokta vardır. Bir Mason, Mabed’inin boyutlarını dört duvarla çevrilmiş bir binanın ölçüleriyle sınırlandırmaz: “Bir masona Mabed’in ölçüleri sorulduğunda: “Boyu Batıdan Doğuya, eni Kuzeyden Güneye” diye cevap verecektir.” (Mason Dergisi, sayı: 21, s. 38.)

Kayna:onedio.com/

Timur Kimdir?

timur kimdir
Timur
Timur 1336'da Keş'de doğdu. Türkler kendisine, Aksak Timur derlerdi. Barlas aşiretinin başbuğlarından Emir Turagay ile Tekina Hatunun oğluydu.

1370 yılında hükümdar olan Timur askeri ve idari düzenlemeler yaptı. 1373'de Harizm seferine çıkan Timur, Kat şehrini ele geçirdi. Daha sonra Celyirlilerin başkenti Hocend üzerine yürüdü ve şehri ele geçirdi. Bu bölgede seferlere ve zaferlerine devam eden Timur giderek güçlendi. 1379'da Harizm'i tamamıyla, 1381'de de Sebzvar'ı, topraklarına kattı. 1384'de Irakı Acem'e giren Timur, aynı yıl Esterabat'ı ele geçirdi.

1386'da Tebriz, Kars ve Tiflis'i aldı. Azebaycan ve Ermenistan bölgelerindeki seferleri sonunda Karakoyunlulara karşı savaştı ve 1387'de Doğu Beyazıt, Ahlat, Adilcevaz ve Van'ı ele geçirdi. İran'a yönelen Timur, Maraga, Rey ve Isfahan üzerine yürüdü. 1389 yılında Altınordu devleti üzerine sefere çıkan Timur, iki kez zafer kazandı.

1391 yılında Mazerdan bölgesini ele geçirdi. Timur, bütün Şiraz ve Kirman'ı ele geçirdikten sonra Bağdat, Tekrit, Erbil ve Musul'a hakim oldu. Urfa'yı ele geçiren Timur bir süre sonra Akkoyunlu ve Karakoyunlu beylerini kendine bağladı. 1395 yılında Derbendi ele geçirerek kuzeye yönelen Timur, Ukrayna ve Kiev üzerine yürüdü. Özi ırmağı kıyısında bulunan Kırım ve Azak çevresindeki Ceneviz kolonilerini ele geçirdi ve Moskova'ya dayandı.

1398'de Hindistan'a girdi. Delhi'yi ele geçirdi. 1400'de toplanan kurultaydan sonra Gürcistan Seferine çıkma kararı aldı. Ardahan ve Kars üzerinden Bingöl'e geldi. Ahmed Celayir ve Kara Yusuf, Timur'dan kurtulmak için Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid'e sığındılar. Bayezid, Timur'a bağlı olan Erzincan'ı ele geçirdi. Timur ise 1400 yılında Erzincan'a tekrar hakim oldu ve Sivas, Malatya ve Behisni şehirlerini ele geçirdi. Suriye üzerine yürüyen Timur Halep'i aldı ve Şam'ı kuşattı ve aldı.

1402 yılında Erzurum, Erzincan, Kemah ve Kayseri üzerinden Ankara'ya doğru hareket etti. Ankara'da Çubuk ovasında yapılan savaşta Osmanlı Kuvvetlerini büyük bir bozguna uğratan Timur, Yıldırım Bayezid'i esir aldı. Bir yıl Anadolu'da kalan Timur bütün Anadolu illerini ele geçirdi. 1403'de Gürcistan, 1405'de Çin seferine çıktı. Pir Muhammed'i yerine veliaht bırakan Timur, Otrar'da öldü. 
Kaynak:www.kimkimdir.gen.tr

Hannibal Barca Kimdir?

Hannibal Barca Sami ırkından gelen Kartacalı politikacı ve generaldir. MÖ. 247 ile MÖ. 183 arasında yaşayan Hannibal tüm zamanların en büyük askeri dehalarından biridir. Hannibal’a sorulduğunda “Büyük İskender”i en büyük general olarak görür. Askeri tarihçi Theodore Ayrault Dodge, Hannibal’ı “Stretejinin Babası” olarak nitelendirir.
Fillerinde içinde bulunduğu ordusuyla İber Yarımadası, Pireneler, Alpler’den kuzey İtalya’ya girmiş ve Romalıları birkaç önemli savaşta yenmiştir.
1. Pön Savaşı’nın ünlü kahramanı Kartacalı komutan Hamilcan Barca’nın oğlu olan Hannibal küçük yaşlarda babası ile savaşlara katıldı.
MÖ. 221 yılında Kartaca’nın İspanya ordusuna komutan oldu. Bu süreçte MÖ. 221-219’da kadar Ebro’nun batısındaki topluluklar üzerine hakimiyet kurdu.
Hannibal l. Pön Savaşı’ndan sonra Roma ile ikinci bir savaşın kaçınılmaz olduğunu biliyordu bu nedenle İspanya’daki konumunu sağlamlaştırdığı iki yıl ardından MÖ 219’da Saguntum şehrini kuşattı ve sekiz ay sonra da ele geçirdi. Saguntum kuşatılmasının ve ele geçirilmesinin ardından Romalılar savaş ilan ederek 2. Pön Savaşı başlattı. Hannibal kardeşi komutan Hasdrubal’ı İspanya’da bırakarak İtalya üzerine yürüdü.
37 fil ve yüzbin askerden oluşan ordusu Pirene Dağları geçti ve Roma ordusundan önce Rhone vadisine v
ardı. Hannibal “Ya yeni bir yol bulacağız, ya yeni bir yol yapacağız” diyerek Romalılar ve müttefiklerini atlatmak için vadinin yukarısından bir yay çizip Alp Dağları’nı geçti. Büyük bir ordu ve fillerle antik çağda yapılan bu yolculuk, ünlü komutan için büyük bir başarıdır. Kötü hava koşulları nedeniyle ordusunun bir kısmını kaybeden Hannibal onları durdurmaya gelen Roma ordusunu Trebbia’da yok etti. Apenin Dağlarını geçerek Roma kentine ilerleyen Hannibal Trasimene Gölü Muharebesi’nde ana Roma ordusunu bozguna uğrattı.
Hannibal’in ilerleyişi Roma ordusunun vur-kaç taktiği ile yavaşladı. Durdurmak için gelen son düzenli Roma Ordusunu Cannae Muharebesi’nde yendi. “Hilal Düzeni” taktiği kullanılan bu savaşla Roma ordusu tamamen yenilmişti.
Hannibal’ın ülke genelinde çok fazla desteklenmesi Kartaca senatosunu korkuttu. Bu nedenle yeterli desteği göndermediler. Bu durum karşısında Capua kenti yeniden güçlenen Roma ordusu tarafından MÖ. 211’de tekrar ele geçirildi. Hannibal’ın MÖ 207’de Roma’ya yaptığı baskın geri püskürtüldü. Kardeşi Hasdrubal yardım ordusuyla gelirken Kuzey İtalya’da öldürüldü.
İtalya’nın güneyindeki dağlara çekilen Hannibal, Roma ordusunun Afrika’ya çıkması üzerine başkenti korumak için Kartaca’ya çağrıldı. Ancak Hannibal, Romalılara Zama Muharebesi’nde yenildi. Kartaca Roma ile şartları çok ağır bir anlaşmak imzaladı. Savaşın ardından maliye ve ekonominin başına getirilen Hannibal ülkeyi düzeni soktuktan bir süre sonra Romalıların baskısı üzerine görevinden alındı.
Ülke içerisinde kendisine karşı yükselen muhalefet yüzünden gönüllü sürgüne giden Hannibal, Ermenistan ve Bitinya’ya giderek buradaki saraylarda askeri danışmanlık yaptı. Bursa şehrinin kurulmasıyla da ilişkilendirilen Hannibal, Bitinya kralına bugünkü Bursa’nın olduğu yerde bir şehir kurmasını öğütlediği ve şehirdeki ilk içme suyu şebekesini Hannibal’ın kurduğu düşünülür.
MÖ 183 veya 182’de Bitinyalı yetkililer tarafından Romalılara teslim edileceğini anlayınca yüzüğünde taşıdığı bilinen zehri içerek intihar etti. Mezarı tam olarak bilinmemekle birlikte Tubitak yerleşkesinde bir anıtı bulunmaktadır. 
Kaynak:www.selosepet.com/