Osmanlı'da Duraklama Dönemi

   
Osmanlı'da Duraklama Dönemi
Osmanlı'da Duraklama Dönemi
   Osmanlı'da Duraklama Dönemi Sokullu Mehmed Paşa'nın vefat etmesiyle başladığı kabul edilir.Deneyimsiz kişilerin tahta geçmesi ile merkezi yönetimin bozulması sonucu,devlet yönetiminde otorite sarsılmış,halkın devlete olan güvene de iyice sarsılmış ve bu olaylar sonucu iç isyanlar çıkmıştır.Özellikle yeniçerileriler padişaha karşı gelmekteydi ve yeniçerilerde 'Ocak,devlet içindir.' anlayışı yerine 'Devlet,ocak içindir.' anlayışı gelişmiştir.

   Avusturya ve İran seferleri sonucunda oluşan ekonomik sıkıntı,tımar sisteminin bozulması ve nüfus artışının yarattığı sosyal hayattaki bunalımlar ve çağın gerisinde kalınması ile eğitim alanındaki bozulmalar sonucunda Osmanlı Devleti duraklama sürecine girmiştir.Coğrafi keşiflerle ticaret yollarının önem kaybetmesi,sık padişah değişmeleriyle çok verilen cülus bahşişi ve yeniçerilerin artmasıyla verilen ulufe miktarının da artması Osmanlı Devleti'nin ekonomisini yıpratmıştır.

   Celali ayaklanmaları,Osmanlı toprak düzenini büyük ölçüde değiştirmiş,ağır vergilerden dolayı ya da "Büyük Kaçgun" sırasında yerlerinde olan çiftçilerin toprakları mültezimlerin ya da yerel yöneticilerin eline geçmiştir.Vergilerden dolayı borca giren köylüler,ektikleri biçtikleri toprakları sonunda tefecilere kaptırdılar.

   Osmanlı toprak düzeninin en önemli parçası olan "Tımar" sistemi bozuldu.Büyük nufüs hareketleri ortaya çıktı ve kentlere büyük göçler başladı.Tarımsal üretim şiddetli şekilde geriledi ve kıtlık tarım ürünleri fiyatlarının yükselmesine yol açtı.On binlerce insan yaşamını yitirdi ve pek çok yerleşim yeri yıkıma uğradı.Eğitimin (ilmiye) bozulması da Osmanlıyı geriletmiştir.Avrupa'daki gelişmeleri Osmanlı'nın takip etmemesi Osmanlı için dezavantaj olmuştur.Osmanlı Devleti'nin eğitim sisteminin bozulmasının nedeni Beşik Ulemalığı denilen sistemden de kaynaklanmıştır.Bu sisteme göre müderrislerin (öğretmen) yeni doğan çocukları doğduğu andan itibaren medrese öğretmeni sayılıyordu.

Osmanlı'da Yükselme Dönemi

   

Osmanlı'da Yükselme Dönemi
Osmanlı'da Yükselme Dönemi
   Osmanlı İmparatorluğu Yükselme Devri veya Olgunluk Dönemi 29 Mayıs 1453 ile 11/12 Eylül 1683 arasındaki zamanları kapsar.Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluş Döne
minden sonra geldiği kabul edilen bir dönemdir.
   İstanbul'un fethinden sonra başladığı kabul edilen yükselme döneminin çoğu tarihçilere göre II.Viyana Kuşatması'na kadar sürdüğü kabul edilir.Katip Çelebi,imparatorluğun yükselme döneminin 1593'te Celalilerin ortaya çıkmasına kadar sürdüğünü belirtirken,Naima 1683'teki Viyana Bozgununu bu dönemin bitişi ve yeni bir dönemin başlangıcı olarak ilan ediyor.

   Naima'nın İbn-i Haldun'un tarih anlayışına göre yapmış olduğu bu bölümlendirme sonraki dönemdeki bir çok Osmanlı tarihçileri tarafından da benimsenmiştir.İmparatorluk bu dönemde Kuzey Afrika'ya yayılmış,Doğu Avrupa'nın önemli kısımlarını zapt etmiş,o büyük Viyana kapılarına dayanmıştır.Doğuda ise tekrardan ortaya çıkan Safevi Devleti ile mücadele etmiştir.

Yükselme devrinde gerçekleşen önemli olaylar;

-İstanbul'un Fethi (1453)
-Ortodoks Kilisesi himaye altına alındı.(1453)
-Orta Çağ kapanıp Yeni Çağ açıldı.(1453)
-Karamanoğulları Beyliği ortadan kaldırıldı.
-Mora Despotluğu ve Trabzon Rum İmparatorluğuna son verildi.
-Akkoyunlu Uzun Hasan Otlukbeli Savaşında mağlup edildi.
-Girit hariç Ege'deki tüm Venedik hakimiyeti sona erdi.
-Kefe,Sudak,Kırım Osmanlı himayesine girdi.
-Hersek,Kil ve Akkerman Osmanlı topraklarına katıldı.
-Modon,İnebahtı,Koron ve Navarin Osmanlı topraklarına katıldı.
-Osmanlı'ya karşı Safeviler tarafından Şahkulu isyanı çıkarıldı.
-Çaldıran Savaşı(1514) kazanıldı.
-Mercidabık(1516) ve Ridaniye(1517) Savaşının galibi olunarak Mısır ve Filistin Osmanlı himayesine girdi.Memlûk Devleti tarihe karıştı.
-Hicaz alındı,Hz.Peygamberin (sav) Kutsal Emanetleri İstanbul'a getirtildi,hilafet Osmanlı Hanedanı'na geçti.
-Mohaç Savaşı(1526) kazanıldı.
-Nice(1543) ve Korsika(1553) kuşatmaları kazanıldı.
-Viyana kuşatıldı ancak başarısız olundu.

Osmanlı'da Kuruluş Dönemi

Osmanlı'da Kuruluş Dönemi
Osmanlı'da Kuruluş Dönemi
   1299 yılına geldiği vakit o zamanlar Anadolu'da hüküm süren Anadolu Selçuklu Devleti çöküş süreci içerisindeydi.Bu yıllarda Osman Bey,arkadaşları ile Bilecik,Yarhisar ve İnegöl dolayları fethetti.Yenişehir fethedildi.Osmanlı Beyliği tarih 1299'u gösterdiği vakit resmen kuruldu.1302'de Bizans İmparatoru ve beraberindeki kuvvetler Osman Bey'i durdurmak için yola koyuldu.Osman Bey Bizans İmparatorluğu ile ilk savaşı olarak kabul edilen Koyunhisar savaşının galibi oldu.

   1326'da Osman Bey,Bursa şehrini kuşattı.Fakat kendisinin rahatsızlanması üzerine bu kuşatmanın kumandanı olarak Orhan Bey devam etti.Aynı yıl Bursa fethedildi ve başkent yapıldı.Döneminde kendi adına para bastırarak beyliği devlet haline getirdi.1329 tarihinde III.Andronikos'un başına bulunduğu Bizans ordusu ile Maltepe Savaşı'nı kazandı.1331'de İznik,1337'de İzmit'i ele geçirdi.Kendisinin döneminde devletin sınırları komşu Türk beyliklerinin toplarına doğru genişlemeye başladı.

   1345'te Karesioğulları Osmanlı Beyliği'nin egemenliği altına girdi.Bu sayede Osmanlı hem beyliğin donanmasından hem de Rumeli geçişlerine için alınması gereken önemi büyük yerlere sahip oldu.O,vakitte tah kavgaları ile meşgul olan Bizans yöneticilerinden Kantakuzen'e isteği üzerine yardım gönderen Orhan Bey,yardımının karşılığı olarak Gelibolu Yarımadasında bulunan Çipme Kalesi'nin sahibi oldu.Çimpe Kalesi'nin ele geçirilmesi ile Osmanlı Devleti,ilk rumeli toprağını kazandı.

   Bu olaylardan sonra gerçekleşen olaylar;

-I.Kosava Zaferi
-Niğbolu Zaferi
-Ankara Savaşı(Fetret Dönemi)
-Venediklilerle yapılan ilk savaş(Kaybedildi)
-Aydınoğulları,Germiyanoğulları,Menteşeoğulları ve Tekeoğulları Osmanlı egemenliği altına girdi.
-Macarlar ile Edirne-Segedin antlaşması imzalandı.
-Varna Zaferi
-II.Kosava Zaferi



Pasinler Savaşı

   Pasinler Savaşı
Pasinler Zaferi
Pasinler Savaşı
   
   Günlerden bir gün Sultan Tuğrul Bey,Anadolu'daki akıncı birliklerini kuvvetlendirip birleştirerek,Erzuruma doğru yola koyuldu.Bu olay üzerine Kutalmış Bey ve İbrahim Yınal Bey kuvvetlerini birleştirerek o devrin büyük şehirlerinden biri olan Erzuruma üzerine yürüdüler.

   İki yüz bine yakın nüfusuyla Erzurum,çok sayıda Ermeni ve Bizans birlikleri ile korunmaktaydı.Çok sağlam ve dayanıklı bir kalesi vardı.Selçuklu ordusunun üzerlerine doğru geldiği haberini alınca bu kaleyi sığınmayı doğru buldular.Fakat Selçuklu kumandanları kaleyi kuşattıkları vakit,çok fazla zayiat vereceklerini düşündüler.Düşmana meydan muharebesinde teklifinde bulundular.Sayıca kalabalık oluşuna güvenen düşman bu teklifi geri çevirmedi ve kabul etti.Pasin ovasında savaş kararı çoktan verilmişti.

   18 Eylül 1049'da iki taraf karşı karşıya geldi.Selçuklu ordusu bu savaşın kendileri için ne kadar değerli ve mühim olduğunu çok iyi biliyordu.Zaferi kazandıkları vakit Anadolu'nun kapısı Türklere açılacak ve böylece ebedî vatana kavuşmuş olacaklardı.Lakin yenilmeleri halinde ise işler çok daha zor olacak düşman birlikleri ilerleyecek hatta ve hatta toplarını bile kaybedeceklerdi.

   Bütün Selçuklu askerleri namazdan sonra Cenab-ı Hakka zafer ihsan etmesi için kitleler halinde duada bulundu.Şehidlik mertebesine erinceye kadar vuruşacaklarına dair birbirlerine ahdettiler.Birbirleriyle helalleştiler.

   Selçuklu ordusu,"Bismillah,Allahu Ekber,Hucüm!" emriyle birlikte üç koldan yıldırımı andıran bir hızlı düşmanın üzerine atıldı.Öyle bir hücum idi ki Bizans ordusu o zamana kadar ne böyle hücum görmüşdü,ne de işitmişti.Pasinler ovası adeta "Allah,Allah!" nidası ile çınlıyordu.Selçuklu ordusunda "Allah için vurun!" nâraları askeri şevke getiriyor vuruyor,vuruyorlardı.Çok geçmeden Bizans ordusunun merkezinde çözülmeler başladı.Durumu gören Kutalmış Bey, "Düşman yıldı koman aslnalarım" diyerek ön saflara doğru atıldı.İbrahim Bey ise yiğit askerleriyle birlikte düşman hatlarının gerisine sarkıp Bizans ordusunu çember içine aldı.

   Düşman savaştan çok kaçmanın yolunu arıyordu,fakat kaçamayanlar ise çoktan teslim oluyordu.Düşman kumandanı Liparit esir edildikten sonra Bizans askerleri tamamen savaşı bıraktı ve teslim oldular.Teslim olan generaller arasında tanınmış Aron ve Katakolon da vardı.

   Bu büyük muharebede zafer İslâm'ın olmuştu.!

   Pasinler Zaferi'yle,on beş araba dolusu ganimet ele geçirilmiş, ayrıca yüz bine yakın esir alınmıştı.Pasinler zaferi Selçuklu Devleti'nin gücünü Bizans'a ve bütün dünyaya göstermiş oldu.

   

Attila Han Kimdir?

Atilla Han
Attila Han
   Avrupa Hun İmparatorluğu’nun hükümdarı Attila, (Atilla ismiyle de geçmektedir), 395-453 seneleri arasında yaşamıştır. Attila’nın Hükümdarlık yaptığı yıllardaki fiziksel yapısının, “kısa boylu, geniş göğüslü, küçük gözlü, yassı burunlu ve ince gri sakallı ve bronz tenli” olduğu anlatılmaktadır.
   Gündüzleri bozkırda ve nehir kenarında odun, taş ve benzeri eşyaları taşıyıp güç kazanıyordu. Akşamları çadırda babası Boncuk han tarafından latince dersleri alıyordu. Babası vefat edince kardeşi Bleda ile yolları ayrıldı. Amcası Attila kol kanat gerdi ve kavimler göçüne katıldı amcası Rua ile. Batı Romayla Hunlular iş birliğindeydi. Bu nedenle Batı Romaya gitti ve lejyonerlerle eğitim aldı. Sık sık kolezyumda dövüşen Gladyatörleri izlemeye gidiyordu.
   Bu esnada ileride kendine rakip olacak olan Gladius  Aetus ile tanışır. 434 yılında Hun imparatoru ve Amcası ölünce imparatorluğu kardeşi Bleda ile  idare etmeye başladılar. İlşk eşi Nakara ile evlenir. Eşi  Nakara doğum esnasında ölür fakat erkek bebek sağlıklı doğar. Attila ilk iş olarak Burgutlar devletine 64 000 askerle saldırır ve krallarını öldürür.  Atilla Hanın Roma imparatorluğuna saldırı fikrini kardeşi Bleda karşı çıkar, kısa süre sonra Bleda çadırında sırtına hançerle ölü bulunur. Bu cinayeti kimin işlediği sonsuza dek sır kaldı. batı  Roma impartorluğunu velihatı 3 uncu Valentinus kız kardeşi Augusto Honoria Çılgın deli lakaplı Atilla nişan yüzüğünü göndermişti. Avrupa Büyük Hun Devleti  Kralı Atilla Bu yüzüğü Batı Romaya karşı kullanmak için sakladı. III Valentinus kısa süre sonra tahta geçer. Atilla Nişan yüzüğünü Kral Valentinus gönderir.  Nişanlısı Honoria ve nişan armağaını olarak Batı Roma imparatorluğunun yarısını istemektedir. Bu teklif red edildi ve savaş sinyallari verildi.
   Hun İmparatoru Roma imparatorluğuna saldırmak için karpat,iskandinav,kırım en iyi savaşçılarını topladı.Roma Komutanı Aetus Atillanın ordusunu nasıl durduracağını biliyordu planlar yaptı ve bu orduyu yorması gerekmekteydi. Aetus Atilla ve ordusunu önce Strasbourg(Strazburg) şehrine çekti göster kaç taktiğiyle Köln şehrine kadar çekti ve en son paris şehrinede doğru kaçtı. Ovada 2 ordu çarpışmaya başladı. Baltalar oklar,dikenli topuzlar, mızraklarla savaş şiddetli bir şekilde geçiyordu. Savaş bitti Aetus geri çekildi. Ovada 400 000 bin ceset vardı. Atilla Han Aetusu takip etmek yerine İtalyaya saldırmayı düşündü. Araya giren Papa Büyük Leon Roma ve hun devletlerini barış sağladı. Atilla Budine geri döndü. 2 yıl sonra Germen soylusu birinin kızı ile evlendi. Düğün sonrası gerdek gecesinde burnundan kan gelmiş şekilde ölü bulundu(453). 

   Ölümünün ardından tartışılmaya devam edilen Attila, Avrupalılar tarafından barbar olarak görülse de, Macar halkı ve Türk tarihi açısından bir kahraman olarak nitelenmektedir. Ancak Attila, nasıl anılırsa anılsın, bugünkü orta Avrupa görüntüsüne, görkemli yapılara, göçlere, savaşlara, akınlara, istilalara neden olarak, tarihe damga vuran büyük imparatorlar arasındaki yerini almıştır.

Avrupa Hun Devleti

Avrupa Hun Devleti
Avrupa Hun Devleti
   Kuzey Hun Devleti’nin yıkılmasından sonra, önce Aral Gölü çevresi,sonra Ural ve Volga ırmakları arasına yerleşen Hunlar, 4. yüzyıl ortalarında tekrar batıya doğru göçe başladılar. Hazar Denizi ile Aral Gölü arasında yaşayan Alanların topraklarını ele geçirdiler. Balamir’in yönetimindeki Hunlar, 375 yılında Avrupa’ya doğru ilerlediler. Bu sırada Karadeniz’in kuzeyinde ve Doğu Avrupa’da Gotlar, Gepitler ve Vandallar gibi Germen kavimleri yaşamaktaydı. Bu Germen kavimlerinin dışında aynı bölgelerde daha başka Doğu Germen kavimleri ile Slav ve İran kökenli çeşitli kavimlerde yaşamaktaydı.
Böylece Hunların harekete geçtiği bu kavimlerin birbirlerini yerlerinden atarak batıya doğru yaptıkları akınlar, büyük bir kavimler hareketını başlatmış oluyordu. Avrupa’nın bugünkü etnik yapısının oluşmasında büyük oranda etkisi olan Hunların neden olduğu bu kavimlerin hareketine Kavimler Göçü adı verilmektedir (375). Büyük Hun Devleti’nin yıkılmasından sonra Çin, Asya’da tek güçlü devlet olarak kaldı. Çin egemenliği altında yaşayan Hun boyları, 4. yüzyılda Çin’de çıkan karışıklıklardan yararlandılar. Bunun sonucu olarak yeni Hun devletleri kurdular. Bunların en önemlileri, Kuzey Liang ve Tabgaç (To-pa) devletleridir.

   Hunlar, 378 yılında ilk kez Tuna nehrini geçtiler ve Roma İmparatorluğu'ndan bir direniş görmeden Trakya'ya kadar ilerlediler. Hunların Macaristan içlerine kadar uzanan akınları karşısında tutunamayan barbar kavimler, Roma İmparatorluğu sınırlarını zorlamaya başladılar.Roma imparatoru I. Theodosius'un 395 yılında ölmesi üzerine, Hunlar, yeniden harekete geçtiler. Bu tarihlerde Hunların ağırlık merkezi, Hazar denizi ile Volga dolaylarıydı. İki cepheden hareket eden Hunların bir kısmı Balkanlardan Trakya'ya inerken, diğer bir kısmı da Kafkaslar üzerinden Anadolu'ya girdiler. Anadolu'ya giren Hunlar, Çukurova ve Suriye'de bir süre kaldıktan sonra tekrar Karadeniz'in kuzeyindeki topraklara döndüler (395-396).

   Balamir'den sonra başa geçen Uldız zamanında Hunlar, Karpat dağlarını aştılar ve Macaristan'a girdiler.

   Macaristan’da devleti kurdu.

   Hun Devleti'nin dış siyaseti, Uldız zamanında belirlendi.

   Avrupa Hun Devleti’nin Dış Siyaseti : Buna göre, Doğu Roma (Bizans) sürekli baskı altında tutulacak, barbar kavimlere karşı Batı Roma ile iyi ilişkiler içinde bulunulacaktı. Bunun nedeni, Roma'nın düşmanı barbar kavimler aynı zamanda Hunların da düşmanı oldukları için, Batı Roma ile iyi ilişkiler içinde olmak gerekliydi.

   Uldız'ın Tuna boylarına kadar ilerlemesi, Kavimler Göçü'nün ikinci büyük dalgasını başlattı. Bunun sonucu olarak, barbar kavimler Roma topraklarına girmeye başladılar. Batı Roma, sınırlarını aşan barbar kavimleri durdurmada güçlük çekiyordu. Batı Roma'nın yardım isteği üzerine Uldız, Radagais idaresindeki barbar kavimleri, bu günkü Floransa'nın güneyinde yenilgiye uğrattı (406).

   Bizans’ı baskı altında tutmak için Trakya üzerine yürüdü. 409 yılında Tuna'yı geçen Uldız, bu hareketiyle Bizans'a Hun gücünü bir kez daha hissettirdi. Kendisiyle barış görüşmeleri için gönderilen Bizans elçisine, "Güneşin battığı yere kadar her yeri zapt edebilirim" diyerek, meydan okudu. Bizans anlaşma yaparak Hunların üstünlüğünü kabul etti.

   V. yüzyılın başlarında Hunlar, doğuda ve batıda kazandıkları başarılar sonucu, merkezî birliğe sahip güçlü bir devlet olarak ortaya çıktılar. Sınırları Orta Avrupa’dan Hazar’ın doğusuna kadar uzanıyordu.

   Karaton'dan sonra 422 yılında, Hun hükümdar ailesine mensup dört kardeşten (Rua, Muncuk, Aybars, Oktar) Rua, devletin başına geçti. Attila’nın babası olan Muncuk, erken ölmüştü.

   Devletin doğu kanadını Aybars, batı kanadını ise Oktar yönetiyordu.

   Rua, dış politikada Uldız'ın siyasetini izledi.

   BALKAN ( BİZANS) SEFERİ ( 422) :Rua, Bizans'ın, Hun ordusunu isyana kışkırtmak ve bağlı kavimleri Hunlardan ayırmak amacıyla Hun topraklarına gönderdiği casusları ileri sürerek, Balkan seferine çıktı (422). Hiçbir direnme göstermeyen Bizans, ağır bir yıllık vergi ödemek zorunda bırakıldı.

   Bu sırada Batı Roma İmparatorluğu iç karışıklıklar içinde bulunuyordu. Bu durumdan yararlanmak isteyen Bizans İmparatoru II. Theodosius (408-450), İtalya üzerine ordu ve donanma gönderdi. Bu durum, Batı Roma’yı, Hun hükümdarı Rua'dan yardım istemek zorunda bıraktı. Rua, 60 bin kişilik bir kuvvetle İtalya üzerine yönelince II. Theodosius (II. Teodosyos), savaşa cesaret edemeyip, kuvvetlerini geri çekmek zorunda kaldı.

   Bizans, Hunların tüm baskısına rağmen yine de Hun idaresinde yaşayan kavimleri kışkırtmaktan geri kalmıyordu. Bunun üzerine Rua, Bizanslı tüccarların Hun ülkesinde ticaret yapmaları ve ücretli asker toplamalarını yasakladı.

   Rua, Bizans'a sığınan Hun kaçaklarının geri verilmesi ile uğraştığı sırada, 434 yılında öldü.


   Rua'dan sonra Hunların başına Attila ve Bleda, birlikte geçtiler (434).

   Attila, babası Muncuk'un ölümünden sonra amcası Rua'nın yanında yetişmiş, birlikte savaşlara katılmış, devlet yönetimini ve Hun siyasetini öğrenerek tecrübe kazanmıştı.

   Büyük kardeşi Bleda ile birlikte tahtı paylaşmakla beraber, tüm yetkiler Attila'da olmuştur. Bleda'nın 445 yılında ölmesi üzerine Attila tek başına hükümdar oldu.

Attila'nın amacı, büyük bir devlet kurmak, Doğu ve Batı Roma imparatorluklarını egemenlik altına almaktı.

Avrupa Hun Devleti’nin en parlak zamanıdır.



Margos Barışı (434) :

Attila, Hun-Bizans ilişkilerini yeniden düzenlemek istiyordu. 434 yılında Hun sınırına gelen bir Bizans elçilik heyeti, bu konuda Attila'ya beklediği fırsatı verdi. Bizans elçilerini, Tuna ve Morova nehirlerinin birleştiği yerdeki Margos kalesi önünde karşılayan Attila isteklerini, barış koşulları olarak yazdırdı.

Maddeleri:

a) Bizans, Hunlara bağlı kavimlerle görüşmeler ve anlaşmalar yapmayacak,

b) Bizans , kendine sığınan Hunları geri verecekti.

c) İki ülke arasındaki ticaret, ancak sınır kasabalarında yapılacaktı.

d) Bizans, ödemekte olduğu vergiyi iki katına çıkaracaktı.



Attila, bu anlaşmadan sonra ülkenin doğu bölgesini denetimi altına aldı. Volga boylarındaki Ak-Oğurların ayaklanma girişimlerini bastırdı (435). Bu sırada iç karışıklıklar içinde bulunan Batı Roma, Hunlardan yardım istemek zorunda kaldı. Bu yardım sırasında Oktar komutasındaki bir Hun ordusu, Burgondlara karşı büyük bir zafer kazandı (436).

NOT: Hun-Burgond mücadelesi, Almanların ünlü Nibelungen destanlarının kaynağı oldu.



   ATİLLA'NIN SEFERLERİ

   1- I. Balkan Seferi (441-442)

   Sebebi : Bizans'ın, Margos Antlaşması'nın koşullarını yerine getirmemesi üzerine, Attila, Bizans üzerine sefere çıktı.

   Olay: Doğu Trakya'ya kadar ilerleyen Attila, Batı Roma'nın araya girmesi üzerine, Bizans ile yeni bir antlaşma yaptı (442).

   Antlaşma Maddeleri: Bizans, ödemekte olduğu vergiyi artıracaktı. Bu sefer sonunda, Tuna boyundaki kaleler Hunlara geçti.

   Önemi: Böylece, Balkanlar'ın yolu Hun ordularına açılmış oldu .



   2- II: Balkan Seferi (447)

   Sebebi : Bizans'ın antlaşma koşullarına uymaması ve yıllık vergisini ödemek istememesi üzerine, Attila yeniden sefere çıktı (447).

   Savaş: İkiye ayrılan Hun ordusunun bir kolu, Yunanistan'a girip Teselya'ya kadar ilerledi. Atilla'nın yönetimindeki diğer kol ise, Sofya, Filibe ve Lüleburgaz şehirlerini ele geçirip, Büyük Çekmece önlerine kadar geldi.

   Sonucu: Bizans İmparatoru II. Theodosius'un elçisi Anatolyos, Attila tarafından kabul edildi ve anlaşmaya varıldı.

Anatolyos Barışı :

a) Bizans'ın ödediği yıllık vergi üç katına çıkarılacak,

b) Bizans, savaş tazminatı ödeyecek,

c) Tuna'nın güneyinde beş günlük mesafedeki yerler askerden arındırılacaktı.



   Bizans için yerine getirilmesi en zor koşul, yıllık verginin ödenmesiydi. Bizans imparatoru II. Theodosius, kurtulmak için, Attila'yı, bir suikast sonucu öldürmeyi plânladı. Bu durumu önceden haber alan Attila, Hun başkentine gelen elçilik heyetindeki suikastçıya, suçunu itiraf ettirdi. Attila, bu olay üzerine, imparatora ağır bir mektup gönderdi (448).

   Attila, güç kullanarak Bizans'ı cezalandırma yoluna gitmedi. Bunun sebebi, Attila'nın, Bizans'ı yeter derecede yıpratmış olduğuna ve onlardan ülkesine bir zarar gelmeyeceğine inanmasıydı.

   Bu sırada Hun siyasetinde de bir değişiklik görülmekteydi. Bizans'ı tamamen kendine bağlı kabul eden Attila, artık Batı Roma'ya yönelme zamanının geldiğine inanıyordu.



   3- Batı Roma (Galya) Seferi (451)

   Sebebi: Bizans üzerinde kesin hâkimiyet kurduğuna inanan Attila, bu sefer Batı Roma'ya yöneldi. Attila, Batı Roma üzerine yapacağı sefere, bir bahane yaratmak için harekete geçti. Kendisine daha önce bir nişan yüzüğü gönderen İmparator III. Valantien'in kız kardeşi Honorya'nın (Honoria) teklifini kabul ettiğini bildirdi. Çeyiz olarak da, imparatorluğun yansını istedi. Attila, isteklerinin kabul edilmemesi üzerine, bunu savaş nedeni sayıp harekete geçti.

   Savaş: 451 yılı başlarında Orta Macaristan'dan batıya doğru harekete geçen Hun kuvvetlerinin yarısı Türk; diğer yarısı, bağlı kavimlerden meydana geliyordu. Hun ordusu, Paris yakınlarında Orleans'a vardığında, Aetyus (Aetius) komutasındaki Batı Roma ordusu savaş düzenini almış durumdaydı. İki ordu, Katalon ovasında karşılaştı.

Sonuçları:

1) Bir gün süren savaşı kimin kazandığı belli değildir. Ancak, Romalı General Aetyus'un bu savaştan sonra gözden düşmüş olması ve bir yıl sonra Roma üzerine yürüyen Attila'nın karşısına kuvvet çıkaramamaları, Romalıların bu savaşta çok büyük kayıplar verdiklerini göstermektedir.

2) Atilla'nın, bu savaşın sonucunda amacına ulaştığı görülmektedir. Attila' hin amacı, Batı Roma İmparatorluğu'nun asker deposu durumunda olan Galya'yı saf dışı etmekti. Bu nedenle, önce Galya (Fransa) üzerine yürüyen Attila, Roma'nın müttefiklerinin savaş gücünü kırarak Roma’yı desteksiz bıraktı.



4- İtalya Seferi (452)

   Attila, 452 yılında, 100 bin kişilik ordusuyla Alpleri aşarak İtalya'ya girdi. Roma İmparatorluğu'nun o zamanki başkenti Rovenna yakınlarına kadar geldi. Roma, Attila'nın karşısına çıkaracak bir kuvvet bulamadı. Roma büyük bir korku içine düştü. Senato, ne olursa olsun barış yapmak kararındaydı. Bu amaçla, barış görüşmeleri için Papa I. Leon'un başkanlığında bir heyet, Attila'nın yanına gönderildi.

   Papa I. Leon, Attila'dan, tüm Hristiyanlik dünyası adına Roma’yı bağışlamasını istedi. Attila, Papa'nın ricasını kabul ederek geri döndü. Attila, geri dönüşünde, Bizans'ın olduğu gibi, Batı Roma'nın da kendisine bağlandığı düşüncesindeydi.

   NOT: Roma’nın Hıristiyan dünyası için kutsal bir merkez olması ve Roma’yı 419 yılındsa yağmalatan Got kralının aniden ölmesini uğursuzluk sayması Atilla’nın bu kararında etkili olmuştur.

   Bizans ve Batı Roma İmparatorluğu'ndan sonra sıra, İran'da hüküm süren Sâsânî İmparatorluğu'na gelmişti. Bu devletin de egemenlik altına alınmasıyla Hunlar, dünya egemenliğini gerçekleştirebileceklerdi. Ancak, Attila, İtalya seferi dönüşünde ölünce, bu sefer gerçekleştirilemedi (453).



   AVRUPA HUN DEVLETİ'NİN YIKILIŞI

   Atilla'nın ölümünden sonra yerine geçen oğulları İlek, Dengizik ve İrnek, babalarının yerini tutamadılar.

Taht için yapılan kavgalar, Hunları zayıf düşürdü.

Bunun sonucu olarak, bağlı kavimler isyan ettiler.

İlk olarak tahta çıkan İlek, ayaklanan Germen kavimleriyle savaşırken öldü (454).

   Dengizik, cesur biri olmakla beraber, ülkenin siyasî bütünlüğünü sağlayabilecek yeteneklerden yoksundu. Birliği yeniden sağlamak ve devlete eski gücünü kazandırmak için Bizans'la giriştiği savaşta öldü (469).

   İrnek, büyük kardeşlerinin ölümünden sonra, Orta Avrupa'da tutunmanın zor olacağını anlayarak, Hunların büyük bir kısmı ile, Karadeniz'in kuzeyindeki geniş düzlüklere çekildi. Hunların bir kısmı buradan Orta Asya'ya dönerken, bir kısmı da Avrupa'ya doğru ilerleyen Avarlara katıldılar. Avarlara katılanlar, daha sonra Macarların ve Bulgarların ortaya çıkışında önemli rol oynadılar.

Vladimir İlyiç Lenin Kimdir?

Vladimir İlyiç Lenin
Vladimir İlyiç Lenin
   Rus Komünist Partisinin kurucusu, sosyalist fikirlerin ilk tatbikçisi, yazar, ihtilâlci ve diktatör. Asıl adı Vladimir İlyiç Ulyanov’dur. “Lenin” lakabını Rus Komünist İhtilâlinde aldı. 1870’de Volga Nehri üzerindeki Simbirs (bugünkü ismi Ulyanovsky) şehrinde doğdu ve 1924’te Moskova’da felçli vaziyetteyken, tekrar tekrar gelen kalb krizinden öldü.
Aslen Yahûdî olup, babası eğitim müfettişiydi. Annesi Alman asıllı köylü bir kadındır. Alman kültürüyle yetişen Lenin, beş kardeşti. Ağabeyinin, Rus Çarı Üçüncü Aleksandr’a karşı düzenlenen başarısız bir sûikast sonucu yakalanıp îdâm edilmesi, ihtilalci fikirlerini hızlandırdı. İlk ve orta öğreniminden sonra 1891’de Kazan Üniversitesinde hukuk tahsili yaparken ihtilalci faaliyetleri sebebiyle okuldan kovuldu. Petersburg (Leningrad) Üniversitesinde başladığı hukuk tahsilini de tamamlayamadı.
   Kendisini Marksizm’i ve Marks’ın kitaplarını okuyup fikirlerinin Rusya’da sosyal ve siyasî açılardan nasıl tatbik edilebileceğini araştırdı. Açlık ve topraksızlık sebebiyle şehirlere akın eden köylülerin, 1880’lerden îtibâren sanâyinin gelişmesi sonucu, “işçileşmesi” meselesi üzerinde durarak “İşçi Sınıfının Kurtarılması İçin Savaşanlar Birliği” isimli marksist dernekte faal rol oynadı. Rus Sosyal Demokrat Partisine girip, hareketli çalışmalarda bulundu. 1895’te gittiği İsviçre’de Plekhanov ile buluştu ve Rusya’ya dönüşünde Çarlık rejimi aleyhtârı çalışmaları sebebiyle Sibirya’ya sürüldü. 1897’den 1900 yılına kadar burada kaldı. Sibirya’da kendisi gibi sürgün edilmiş olan Marksist Nataşa Konstantinova Krupskaya ile tanışıp evlendi. 1894’te Rus Narodnik (Halkçılık) hareketini tenkit eden Halkın Dostları Geçinenler Kimlerdir? ve 1897’de yazdığı Ekonomik Romantizmin Vasıfları isimli eserleri ile başlattığı tartışmaları, 1899’da sürgünde yazdığı Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi (Razvitle Kapitalizma ve Rossii) isimli eseriyle tamamladı.
   1900 yılında sürgünden dönünce, 1898’de Minsk Kongresinde kurulan ve Sovyet Komünist Partisinin başlangıcı olan, Rus Sosyal Demokrat Partisince, teşkilâtlandırma ve propaganda faaliyetleri için Avrupa’ya gönderildi. İsviçre’de,Iskra (Kıvılcım) gazetesini çıkararak Marksist fikirlerini yaymaya başladı. Bu gazete gizlice Rusya’ya da gönderilip dağıtılarak, sınıf kavgalarına zemin hazırlandı. 1903’te Brüksel ve Londra’da toplanan Rus Sosyal Demokrat Partisi, Lenin ile Plekhanov’un fikir ayrılığına düşmesi sebebiyle ikiye ayrıldı. Lenin’in tarafını tutanlara “bolşevik”, Plekhanov ve Troçki’nin tarafını tutanlara “menşevik” denildi. Bölünme, Rusya’da marksist ihtilalin gerçekleştirilmesinde partinin rolünün nasıl olması gerektiği konusunda oldu. Lenin, partinin profesyonelce yetişmiş kimselerden teşekkül etmesini ve ihtilalin işçi sınıfı önderliğinde yapılması gerektiği tezini savunuyordu. “Bana profesyonel bir ihtilalci teşkilât verin, Rusya’nın altını üstüne getireyim.” diyordu. Muhtelif zamanlarda yapılan uzlaştırma teşebbüsleri neticesiz kaldı ve 1912 Prag Kongresinde yoğun faaliyetlerine devam etti. Lenin, bolşevikleri ihtilâle hazırlayarak, eğitim ve teşkilatlandırma faaliyetlerini hızlandırdı.
1905’te menşevik Troçki’nin önderliğinde Petersburg’da girişilen ayaklanma ile Petersburg ve Moskova’da işçi sovyetleri (kurulları) kuruldu.
   Çarlık Rusya’sının merkezi Petersburg’du. Çar’ın kuvvetleri bu ayaklanmayı bastırdı ve Çar İkinci Nikola, anayasalı meşrutî bir idâreye geçerek bâzı hürriyetler verdi. Duma(Millet Meclisi)yı topladı. Lenin ayaklanmayı desteklemek için Rusya’ya döndü ve 1907’de tekrar Avrupa’ya kaçtı. Daha çok İsviçre ve Fransa’da dolaştı. 1909’da Alman Sosyal Demokratlarının “revizyonist” düşüncelerine karşı Materyalizm ve Emperyalizmin Tenkidi isimli eserini yazdı. Bunda Marks’ın düşüncelerini anti-materyalizm olarak yorumlayanları “revizyonistlik” ile suçlayıp tenkid etti.
   Bu yıllarda Pravda (Gerçek) gazetesini çıkaran Lenin, yazılarında David Hume, Kant ve Tolstoy’u tenkit etti. Marksizm ve sosyalizmde gâyenin dîni kaldırmak olduğunu ifâde ederek, taraftarlarından bu fikir doğrultusunda her türlü faaliyette bulunmalarını istedi. Particilik ve sınıf kavgalarına dâir yazılarının açıklandığıProleter İhtilalin Askerî Programı kitabında; “Kardeş harpleri de harptir. Kim sınıf mücâdelesini tanırsa, ülke içindeki kardeş harplerini reddedemez. Bunu reddetmek, sosyalist ihtilalden vazgeçmek olur.” diyordu. “Sınıflar kavgasında ahlâk kaidelerine bakılmaz. Ahlâk, proleteryanın zaferi için çalışmaktır. Bu zaferi sağlayacak kuvvet, partidir”, “Parti, aktif çalışmalar yapacak teşkilâtlı bir gruptur. Bir ileri karakoldur. İşçiler partinin idâresine karışmazlar. Onlar, parti tarafından idâre edilirler.” “Rusya’da sosyal demokrasi kurulamaz. Bu dâva fikir tartışmaları ile yürümez. Dâvayı zafere, yavaş bir iktisâdî gelişme değil, ânî ve sert çıkışlar götürebilir. Hürriyet içinde ihtilal olmaz. İhtilal, otorite ve istibdat, demektir. Kapitalizmden sosyalizme geçiş devresinde diktatörlük vardır.” “Mümkün olduğu kadar aktif olanları öldürünüz ki, bize az iş kalsın.” tezleriyle Leninizm’in teorik esaslarını ortaya koydu.
   Birinci Dünyâ Savaşının başlangıcında İsviçre’de bulunan Lenin, bu savaşı, emperyalist devletlerin dünyâyı paylaşma kavgası olarak vasıflandırdı ve bunun, sınıflar arası bir savaş hâline dönüştürülme yollarını sağlamaya çalıştı. Bu düşüncelerine 1917’de yazdığı Emperyalizm, Kapitalizmin Son Aşaması(İmperialism Kak Vışşaya Stadio Kapitalisma) isimli eserinde yer verdi. Savaşta, Rusya’nın karşılaştığı güçlükler ve Çanakkale Boğazının açılmaması sebebiyle müttefiklerinden yardım alamaması yüzünden ülkede açlık başgösterince, Petersburg’da bolşevik ve menşeviklerin katıldığı gösteriler bir anda ihtilâle dönüşerek, işçi ve asker sovyetleri idâresi kuruldu. 16 Mart 1917’de Çar’ın istifasıyla üç yüz yıllık Romanof Hânedânı sona erdi ve Prens Lvov başkanlığında geçici liberal bir hükümet kuruldu.
Harp hâtıralarında; “Lenin’i Rusya’ya göndermekle hükümetimiz büyük bir sorumluluk altına girmiştir. Ama askerî bakımdan bu hareket iyi netice verdi. Rusya’yı yere sermek lâzımdı.” diye bahseden Alman generali Von Ludendorf; 17 Nisan 1917’de bol para ve imkânlarla Lenin’i Almanya’dan gizlice trenle Rusya’ya soktu. Savaşın, emperyalizmin vâsıtası olup, bir gâyeye teşvik etmeyeceğini, asıl hedefin sosyalizmin zaferi olduğunu yayan Lenin, “Askerler, evinize dönünüz, toprak sâhibi olunuz.” çağırısını yaptı.
   Rus Çarlık rejiminin yıkılmasına kadar katıldığı Birinci Dünya Savaşına devam kararı veren geçici hükümetin Temmuz ayında doğu cephesinde giriştiği taarruz başarısızlık ile neticelenince “bütün iktidar sovyetlere” sloganıyla, barışın imzâlanması, köylüye toprağın, işçiye fabrikaların verilmesini savunarak Lenin’in düzenlediği ve menşevik Troçki’nin de katıldığı isyan, Lvov’un çekilip, Kerensky’nin başbakan oluşuyla bastırıldı. Troçki tevkif edildi. Lenin ise Finlandiya’ya kaçtı. Burada 1917’de yazdığı Devlet ve Devrim (Gesudarts Voi Revolyutisiya) kitabında proleterya diktatörlüğünü târif ederek, işçi ve köylülerin iktidâra gelmesiyle sınıf ayrılıklarının kalkacağını iddia ediyordu.
   Bu sırada ülkenin durumunda büyük bir karışıklık başgöstermiş, köylüler zenginlerin çiftliklerine hücum etmeye başlamışlar, otorite ve düzen diye bir şey kalmamıştı. Eylülde serbest bırakılan Troçki önderliğinde 7 Kasımda Kerensky’nin hükümet sarayına karşı saldırıya geçen bolşevik Askerî İhtilal Komitesi, iktidârı ele geçirdi.Lenin gizlendiği Smolny Enstitüsünden çıkarak Petersburg’a geldi. İlk yaptığı iş çarlığın gizli belgelerini açıklayarak savaştan çekildiğini îlân etmek ve Almanlar ile antlaşma imzalamak için teşebbüse geçmek oldu.
   Yirminci yüzyılın en mühim siyasî hâdiselerinden sayılan Bolşevik İhtilali ile iktidârı ele geçiren Lenin, 25 Kasım 1917’de Kurucu Meclis seçimlerine gitti. Bütün parlak sözler ve vaatlere rağmen 35 milyon reyden sadece dokuz milyonunu alarak 707 üyeden 175’ine sâhib oldu. Bunun üzerine Kurucu Meclisi dağıtarak proleterya diktatörlüğünü ilân etti. Stalin ile beraber 2 Aralık 1917’de yayınladığı beyannâmede Rusya’daki Müslümanlara “çarlar ve zâlimler tarafından dinleri tahkir edilen Müslümanlar! Dîninizin ve kültür müesseselerinizin serbest olduğunu bildiriyoruz.” şeklinde propaganda yaptıysa da Müslümanları inandıramadı. Toprak mülkiyeti bir kararnâme ile kaldırıldı. Sanâyi müesseselerini devletleştirdi. İhtilâlin devâmı için Kızılorduyu ve “diktatörlüğümüzün kılıcı, sert gözü” diye tavsif ettiği ÇEKA’yı kurdurdu. Muhalefetin insafsızca ezilmesi, gizli polis terörü ve Lenin’in “barış, ekmek, toprak” sloganları halkın arasında yankılar uyandırdı. Başkenti Petersburg’dan Moskova’ya taşıdı ve komünist ihtilâli diğer ülkelere de yaymak için Üçüncü Enternasyonali kurdu. Gelişmelerden şikâyet eden birisine; “Bu bir Rus meselesi değildir. Bu, dünyâ ihtilâli yolunda geçmemiz gereken bir aşamadır.” cevabını verdi.
   İhtilalden sonra komşu ülkeler ile savaşlar ve iç harpler devam etti. 1918 yılında ilk Sovyet anayasası îlân edildi. Buna göre Sovyetler Birliği sâdece proleterya sınıfının devleti sayılıyordu. 1918-22 yılları arasında ihtilâle karşı ayaklanan Vrangel ve Denikin’in Beyaz Rus orduları ile mücâdele edildi.
   Lenin’in icrââtları ve komünizm idâresi Rusya’nın durumunu düzeltmedi. Komşu ülkelerle mücadeleler ve iç harpler devam etti. Köylüler dağıtılan toprakların tapusunu isteyip, verilenlerin ihtiyaçlarını karşılamadıklarını ileri sürdüler. Şehirden ayrılıp köylere gelen sekiz milyon kişi de toprak istedi. Tarlalarda, fabrikalarda, mâdenlerde, petrol kuyularında ve demiryollarında İstihsal faaliyetleri aksadı. Buğday istihsâlinde Çarlık Rusyası rakamlarına ancak 1960’larda ulaşılabildi. Gıdâ maddesi ve mamul eşyâ temini güçleşince açlık tehlikesi, mal darlığı ve karaborsa başgösterdi. Lenin, icrâatlarının memnuniyetsizliklere sebebiyet vermesi üzerine sert tedbirler aldı. Her şey önceden planlandığından ÇEKA ve Kızılordu memnuniyetsizliklere ve muhâlefete, katliamlar ile cevap verdi. Sâdece Kiev’de 1919 yılında Lenin’in propagandalarına katılmayan on bin aydın Rus subayı, zarar yapılmayacağı vaadi ile teslim alınarak hepsi, erkek çocukları ile îdâm edildi. Hanımları da genelevlere konulup, kızılordu erlerine teslim edildi. Uğradıkları büyük hakâretlere ve hunharca tecâvüzlere tahammül edemeyen bu kadınlar, kısa sürede öldüler.
   İhtilâlin başlangıcından îtibâren Sovyetler Birliğinde Lenin’in yedi senelik iktidârı devrinde otuz iki milyon insan hayatını kaybetti. 1922’de karşı güçler bertaraf edilerek, SSCB kurulmuş oldu. Böylece dünyâ târihinin en büyük zulüm imparatorluğu ortaya çıktı. Sovyetlerin, İkinci Dünyâ Harbindeki insan zayiatı, sâdece Lenin zamânında katledilenlerden azdır.
   1917’den itibâren uygulanan Harb Komünizmi 1921’de biraz liberalleştirilerek yeni iktisat siyâseti (Novoya Economic Politicaya) (NEP) tatbikata konuldu. Soukhozlara paralel olarak Kolhozlar kuruldu (Bkz. Kolhoz). Kontrol ve parti disiplini şiddetlendirildi.
   Lenin’in, Halk Komiserleri Şûrası ve Komünist Parti Başkanıyken 1922 yılında başlayan krizleri, 1923’te tekrarlayarak, onu konuşamaz hâle getirdi. 21 Ocak 1924 günü gelen kalp krizinde ölen Lenin, Moskova’da yapılan büyük, özel bir yere kondu. Yerine Stalin geçti.
   Lenin öldükten sonra fikirlerinin, “Leninizm” ismiyle bütün dünyâda propagandası yapıldı. Esası; din düşmanlığı, önce yalan ve yaldızlı sözlerle aldatmak, sonra zulüm ve işkence ile yok etmektir. 1990’dan sonra Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Lenin’in fikirleri de yargılanmaya başlamış ve eski propaganda gücünü kaybetmiştir.
   Târihin en kan dökücü ihtilâlcilerinden olan Lenin, Marksizm teorisinin tatbikçisi, komünizm idâresinin ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Devletinin kurucusudur. Lenin, komünizmin başarıya ulaşması için; “Birinci vâsıta yalan söylemek, aldatmaktır. Ne kadar büyük yalan söylerseniz, o kadar muvaffak olmuş sayılırsınız.” dediğinden, çok yalancı ve o kadar da çok zâlim ve kan dökücü idi. Çok kitap yazdı. Bu kitaplarından Türkçe’ye çevrilenler vardır. Yazıları birbirinden hayli ayrı ve değişik yorumlara yol açmıştır.

Evliya Çelebi ve Hakkında Bilinmeyenler

Evliya Çelebi
Evliya Çelebi
   Açıyorsunuz herhangi bir ansiklopedinin "Evliya Çelebi" maddesini ve okumaya başlıyorsunuz:

   Osmanlı seyyahı.Asıl adı bilinmiyor.Doğum tarihi 25 Mart 1611.İyi bir eğitim görmüş olup hafızdır.Sultan IV.Murad'ın musahibi olmuş,Enderun'dan çırağ edildikten sonra çıktığı seyahetlerde 17.yüzyıl ortalarındaki Osmanlı dünyasını başarılı bir şekilde yansıtmıştır.Ölüm tarihi 1684 diye tahmin edilmektedir.

   Bir Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'inden okuyalım onu:

   Evliya Çelebi Bursa çeşmelerinden uzun uzadıya bahsettikten sonra sözü         'Velhasıl Bursa sudan ibarettir" diyerek bitirir.Canım Evliya! Sade bu iki cümlen    için benim hafızamda senin adın Bursa ile birleşiyor.Sen Bursa'nın şiirini              tadanların başında gelirsin ve bir gün senin ruhunu şad etmek istersek Bursa      çeşmelerinden birine senin adını veririz ve sen onun ağzından bu güzel şehrin    zaman içinde geçirdiği macerayı bize bir su damlası kadar saf ruhunla                nakledersin.

   Onu 400 Yıl Sonra Hatırlamak

   Bu iki anlatış tarzından ikincisi Evliya Çelebi'nin ruhunu adeta üs asır sonra yeniden konuşturmakta,birincisi ise onu,muhtemelen kendisini hiç de yakın hissetmeyeceği bir üslup çoraklığına davet etmektedir.Öyleyse Evliya Çelebi'yi 400 yıl sonra hatırlamanın anahtarı bellidir: Bilgiyi ruhun okyanusuna bandırarak sunmak.Zira ancak böyle sunulunca bilgi ölümsüzleşiyor ve insanın yalnız aklına değil,gönlüne de taht kurmayı başarıyor.

   Gazeteciliğin Piri mi?

   Gazetecilik,yazdığını okutma sanatı diye tarif edilebilirse Evliya Çelebi'yi 'gazeteciliğimizin piri' ilan etmekte bir beis yoktur.Çünkü anlatacağı şeyin aklında nasıl kalacağına dair şaşılacak bir meleke sahibidir.Mesela Artvin'in engebeli arazisini anlatmak maksadıyla "Kahve ikram ettiler,fincanı koyacak düz bir yer bulamadık" cümlesi tek başına,resmin olmadığı bir çağda manzarayı önünüze sermeye yeterlidir.

   O efsane,masal,kıssa,deyim veya fıkra gibi sözel unsurları son derece bilinçli bir şekilde metnin içine serpiştirir.Bunu o kadar ustaca yapar ki,okurunu yormaz.Tarihe davet etse bile başka metinlerde biraz soğuk bulduğumuz ayrıntıların paslı kapılarının menteşelerini zorlamayı başarır.

   Ummanlara dalmış gemilerden dalgaların uğultusuna karışmış bir halde Huseyn-i Baykara fasıllarının yükseldiği duyulur.Karlar yağar sarığınızın üzerine.İçiniz ürperir zifiri karanlıktan ve soğuklardan.Sonra apaydınlık dağ başlarına tırmandırır sizi;alabalık ızgarası eşliğinde zikir halkasına dahil olursunuz.Taşlar ve kuyular konuşur sizinle;asla şaşırmazsınız.Bir 'iç ses'in yolculuklar boyunca peşinizi bırakmadığını hissedersiniz.Onunla beraber tayy-ı mekân ve tayy-ı zaman edersiniz.Hiç farkına varmadan "evliyalık" ın size de sirayet ettiğine tanık olursunuz.

   Bir Coğrafyanın Her Santimetrekaresi

   Kutsalından lanetlisine şehirleri,Çingenesinden kadınlara kasabaları,platin gövdeli dereleri,cenneti andıran ormanları,kokuları unutulmuş yemişleri,kaplıcalardaki şehrayinleri kalem kudretiyle önümüze serer.Bir cihan devletinin coğrafyasının neredeyse her santimetrekaresini onun uğurlu ayaklarının çıkardığı seslere kulak kabartmış halde yanı başınızda,bazen içinizde yankılanırken bulursunuz.

   Eşkıyaları bile sevdirir size.Tarih kitaplarında kanlı yüzlerini gösteren savaşların komik ve beşerî yüzünü açar.Böylece asırların içine oyduğu sihirli bir kanalla hayatın kendisindeki zengin çeşitliliği yakalar ve bir ayna gibi geleceğe aksettirir.Bu kanal,hayatın kendisi kadar canlı,onun kadar çeşitliliğe açık ve olanca imkanlarını seferber etmekte yetinmez,aynı zamanda bir etnografya âlimi gibi çalışarak,diller,şiveler,lehçeler hakkında da bilgi ve cömert örnekler sunar.

   Yemekler konusunda ise üstüne yoktur.Yöresel yemekleri tadar,yer yer tariflerini de verir.Mesela Bitlis'i yöneten Abdal Han'ın Sultan IV.Murad'a ikram ettiği 50 çeşit pilav ve hoşafın,cins cins reçellerin,muhallebilerin,Yemen kahvesinin,kısaca yüzlerce yiyecek ve içeceğin arasında geçirdiği dokuz gün,dokuz gecenin ayrınları hangi açıdan baksak hayret vericidir.Düşünün,soğuk suyunun gülsuyu,sıcak suyunun buhur koktuğu hamamı,Sultan Murad'a "Nolaydı,bu hamam benim İstanbul'umda olaydı" diye feryat ettirmiştir.

   Tesbihle Hesap Yapardı

   Evliya Çelebi rastgele gezmez.Bütün o dağınık,rindane görüntüsüne rağmen gezilerinde kendine özgü bir sistematik çerçeve bulunduğu gözden kaçmaz.

   Öncelikle gezilerine bir tür resmî yetkili (görevli) olarak gittiği için uğradığı yerleşim birimlerinin yetkililerinden ön bilgi alır,güngörmüş kişileriyle görüşür.Sonra belli bir plan dâhilinde ve mutlaka rehberle gezer.Nitekim yanında rehber olmasa bilmediği bir yerde bu kadar eksiksik eser sayım ve ziyareti mümkün olmazdı.

   Rakamlarla da arası gayet iyidir;bu demektir ki,matematiği bayağı kuvvetliydi.Mesela gittiği şehirlerin kalelerinin çevresini adımlayıp tesbihiyle hesap yaptığını bilir miydiniz? Bu,Evliya Çelebi için hemen hiç vazgeçemediği bir tutkudur.

   Nihayet velilerinin türbe veya makamlarını ziyaret edip ruhlarına birer Fatiha okumadan o şehirden ayrılmaz.

   Demek ki,Evliya Çelebi için gezmek,gölgenin mekân üzerinde yer değiştirmesinden ibaret sıradan bir eylem değildir.O,bir şehri şehir yapan yapan şeyin,daha da önemlisi,şerefli yapan şeyin,içinde yaşayanların ve daha önce yaşamış olanların ruhaniyeti olduğunun pekâlâ farkındadır.En önemlisi,onun nazarında seyahet etmenin özüne dönmekle,varlığın özüne ilerlemekle derunî bir bağlantısı vardı.

  'Kabe Dünyanın Ortasındadır'

   Bu sebepledir ki,ömrünün sonlarına doğru çıktığı bir hac yolculuğunda bize bütün yolculuğunun gayesini özetlemek ihtiyacını duymuştur.Şöyle yazmıştır defterine:

   Evvela bu hakir,riyasız Evliya,vücudumun kuvveti yerinde iken can ü yürekten
   seyahati arzu ederdim.Rüzgar süratli atımla diyar diyar gezmiş ve kalemimi 
   dile getirip kâh şehirlerin vasıfları,kâh peygamberlerin medihleri,kâh Kur'an 
   okumak ve kâh temaşa ettiğimiz büyük şehirlerin,kalelerini,nehirlerini,
   dağlarını görüp yazmaya gayret etmiştim... Kâbe'nin doğusuna geçip Kâbe'ye
   karşı,batı yönüne secde etmek nasip oldu.Allah'a hamdolsun,dünyayı seyahat-
   le dolaştığımız sırada doğuya,batıya kuzeye ve güneye secde ettik.Doğrusu
   Kâbe dünyanın ortasındadır.

   Anlıyoruz ki onun seyahat macerası,çevreden merkeze,bu merkezin yeryüzündeki en som tecellisi olan Mekke'ye ve Kâbe'ye yönelik bir manevî arayıştır.Baş,kaybettiği tacı orada bulmuştur çünkü.

   Böylece 44 yıl süren bu büyük yolculuğunun gayesinin Kâbe'yi tavaf etmek ve ona bütün yönlerden secde etmek olduğunu söyleyen "Canım Evliya'nın Seyahatname'sindeki sırra da dokunmuş oluyoruz.Ama sadece dokunmuş oluyoruz.Zira içine girebilmek için bizim de onun gibi küre-i arz iz sürmemiz,sadece yatay düzlemde değil,dikey düzlemde de seyahat etmemiz gerekiyor.Hem yolculuk dediğiniz şey,ruha açılan kapıları çalmak değilse nedir ki?

   Evliya Çelebi ve Nil Haritası

   Evliya Çelebi'nin atlas renkli dünyası,son olarak Robert Dankoff ve Nuran Tezcan'ın yayınladıkları Nil haritasıyla yeni bir boyut kazanmış oldu.Şimdiye kadar Oryantalizmin esaretinde kalarak "Müslümanlar neden ilgisiz ve meraksız?" diye ahkâm kesenlere verilecek en susturucu cevap da bu harita olsa gerek.

   Bize Nil'in haritasını çıkaran kişinin İngilizlerin "süpermeni" David Livingstone olduğu öğretilmişti daha önce;ama Vatikan kütüphanesinde keşfedilen Evliya Çelebi'nin Nil Nehri haritasıyla bir Osmanlı seyyahının en az iki asır önce bu haritayı yaptığı ortaya çıkmış oldu.Bu buluş aslında Osmanlı'ya Batılı merceklerle bakanlara verilen bir cevap olduğu kadar Evliya Çelebi'nin kanatları altına girerek okunduğunda mevcut önyargılardan çoğunun,Kuzey Kutbu'ndaki buzullar gibi eriyeceğinin de bir göstergesi oluyor.

Kaynak:"Gerçek Tarihin Peşinde"/Mustafa Armağan

I.Kılıç Arslan

I.Kılıç Arslan
I.Kılıç Arslan
Türkiye Selçuklu Devleti’ nin kurucusu, Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ ın oğlu ve İkinci Türkiye Selçuklu Sultanı.
Babası Süleyman Şah’ ın 1086′ da Suriye seferinde Melik tutuş’ a yenilmesi ve ölümü üzerine, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah onun oğulları Kılıç Arslan ve Davud Arslan’ ı İsfehan’ a götürdü. Kılıç Arslan burada altı sene iyi bir eğitim ve öğretim görerek, Türk-İslam terbiyesi ile yetiştirildi.
Kılıç Arslan, 1092′ de Büyük Selçuklu Sultanı Berkyaruk’ un izni ile Anadolu’ ya gelerek İznik’ te altı yıldır boş duran Türkiye Selçukluları tahtına çıktı. Yanındaki Türkmen ailelerini İznik’ e yerleştirerek, Anadolu’ da dağılmış olan birliği yeniden te’sis etti.
Bu sırada Bizanslıların fırsattan istifade ile Marmara sahillerini işgale başlamaları üzerine Kılıç Arslan İzmir Bey’İ Çaka ile ittifak ederek mücadeleye girişti. İmparator Alexios’ un Türk kuvvetlerine karşı denizden gönderdiği büyük bir ordubozguna uğratıldı. İznik’ e saldırıları bertaraf edilen Bizanslılar, Balıkesir ve Kapıdağı bölgelerinden de geri püskürtüldüler.
1095′ de Malatya üzerine sefere çıkan Kılıç Arslan kaleyi tam düşürmek üzere iken, yüzbinlerce kişilik haçlı kuvvetlerinin Türkiye topraklarına girdiğini haber aldı. Bunun üzerine, muhasarayı kaldırarak süratle memleketini müdafaaya döndü. İznik’ i muhasara eden haçlılara karşı hisar önün de ordusunu savaşa soktu. Şiddetli çarpışmalar sonun da iki taraf da ağır zayiat verdi. Birçok haçlı kumandanı öldürüldü. Ancak düşman devamlı takviye alıyordu. Kalabalık düşman kuvvetlerine karşı meydan savaşı vermenin tehlikeli olacağını anlayan Kılıç Arslan ordusunu geri çekmek zorunda kaldı. Böylece 22 yıllık Selçuklu payitahtı olan İznik şehri 29 Haziran 1097′ de Haçlı kuvvetlerinin eline geçti.
Kılıç Arslan bundan sonra Danişmend Gazi ve Kayseri emiri Hasan ile birşleşerek Eskişehir’ e doğru harekete geçen haçlılara dağ, geçit ve vadiler de sürekli baskınlar düzenleyerek ağır zayiat verdirdi. Öyle ki, Kayseri ve Toroslar üzerinden Kudüs’ e doğru yol alan haçlı ordusu Kılıç Arslan’ ın ve kumandanlarının yıtpratma savaşları neticesin de altı yüz binden yüz bine düştü. Neticede Kudüs’ e ulaşan haçlılar bu bölgedeki büyük Selçuklu emirlerinin rekabetinden de faydalanarak Antakya, Urfa ve Kudüs’ de hıristiyan idareler kurdular.
İznik’ in kaybından ve Birinci Haçlı seferinden sonra;
Kılıç Arslan, Anadolu Türklerini toplamaya başlayarak, Konya’ yı başkent yaptı. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’ nun parçalanmasından faydalanarak bütün İslam alemine hakim olmak teşebbüsüne girişti. Ancak Musul emiri Çavlı, Artukoğlu İlgazi ve Suriye meliki Rıdvan ile 1107 senesi Temmuz ayında Habur ırmağı kıyısında yaptığı savaşı kaybetti. Yaralı olarak Habur ırmağını geçerken boğularak şehid oldu. Naşı Meyyafarikin’ e götürülerek kendisi için yapılan Türbeye defn edildi.


Türkiye Selçuklu Devleti’ nin en buhranlı devrelerinde hükümdar olan Birinci Kılıç Arslan, teşkilatçı bir devlet adamıydı. Üstün kumandanlık kabiliyetine sahip, hayatı mücadele içinde geçen büyük bir kahraman ve gazidir. Mutaassıp haçlı ordusuna ağır kayıplar verdirerek, Türklerin Anadolu topraklarından atılamayacağını isbat etti. Çok hayır işleyip ahalisinin sevgisini kazandı. Hıristiyan halka da adalet ve şefkatle davrandı. Bu yüzden devrin tarihçileri “Kılıç Arslan’ ın ölümü hıristiyanlar için de bit matem oldu.” demişlerdir.

Eşref Sencer Kuşçubaşı (Kuşçubaşı Eşref)

Eşref Sencer Kuşçubaşı
Eşref Sencer Kuşçubaşı 
    1873 yılında İstanbul'da doğdu. Kafkasya'dan göç eden Sencer adlı bir Vubih ailesinden. Sultan Abdülaziz'in kuşçubaşısı Mustafa Nuri Bey'in oğludur. Harb Okulu'nun son sınıfındayken Yeni Osmanlılar'la ilişkisi olmakla suçlanarak Hicaz'a sürüldü. Buradan kaçarak Hindistan'a ve Avrupa'ya geçti. Sürgündeki Jön Türklerle işbirliği yaptı. Rumeli'de gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin örgütlenmesinde çalıştı. Meşrutiyet'in ilanından sonra, İmparatorluğun yönetimine hakim olan bu partinin kadrosu içinde yer aldı. Balkan Savaşı'nın ikinci devresinde Bulgarları yenerek, Edirne'yi kurtaran kuvvetlerin başında idi. Gönüllü kuvvetleriyle Batı Trakya'yı da ele geçirdi. Burada bağımsız Batı Trakya İslam Cumhuriyeti'ni kurdu (1913). 
   
   Osmanlı Teşkilat-ı Mahsusası'nın kurucularındandır. Bu örgütün başkanı olarak Birinci Dünya Savaşı yıllarında Kafkasya sınırlarında, Türkistan'da, Arabistan ve Kuzey Afrika ülkelerinde çeşitli eylemleri yönetti. Yemen'deki Osmanlı kuvvetlerine para ve mühimmat götüren bir kafilenin başındayken yaralanarak İngiliz'lerin eline düştü ve Malta adasına sürüldü. Mondros Mütarekesi'nden sonra İstanbul'a döndü. Milli Mücadeleye ilk katılanlardan biriydi. İstanbul'daki ilk direniş örgütlerinde, Kocaeli'nde ve Ege'de Kuvayı Milliye'nin örgütlenmesinde rol oynadı. Kuvayı Seyyare'nin, TBMM güçleri tarafından tasviyesi sırasında, o da Yunan işgal bölgesine geçmek zorunda kaldı (1921). Burada TBMM Hükümeti'ne karşı bazı eylemler içine girdiğinden, Lozan Anlaşması'ndan sonra 150'likler listesine dahil edildi. Türkiye'ye girmesi yasaklandı (1924). 
   
   Uzun süre çeşitli ülkelerde yaşadıktan sonra, 1938 yılında çıkarılan af yasasından yararlanarak Türkiye'ye döndü. İzmir yakınlarındaki çiftliğinde bir süre yaşadıktan sonra orada 1964 yılında öldü.

   Eserleri

   Hayber'de Türk Cengi.
   Teşkilat-ı Mahsusa Arabistan, Sina ve Kuzey Afrika Müdürü Eşref Bey'in Hayber Anıları
   Eşref Kuşçubaşı
   Arba Yayınları / Tarih-Anı Dizisi

Sultan Abdülhamid ABD'ye Yardım Göndermişti

   
Sultan Abdülhamid ABD'ye Yardım Göndermişti
Sultan Abdülhamid 
   Türkiye'yi iyi günler bekliyor,bundan sonra gelişmeler daha da hızlanacak.
   
   Abdülhamid geçmişte yaptığı gibi gelecekte de ilerleme ve medeniyeti teşvike    devam edecek.Herkesin onun uzun ve müreffeh hükümranlığını arzu etmesi   gerekiyor.

   New York Times'ın 14 Ekim 1900 tarihli nüshasında yer alan bu tarafgir cümleler,Abdülhamid'in şaşırtıcı bir fotoğrafını düşürüyor önümüze.                                                                  Acaba Avrupa'dakine inat,Amerika'daki bu "Ulu Hakan" muhabbetinin sebebi ne ola?

   O sebebi birazdan göreceğiz.Ama önce aynı yazıdan birkaç cümle daha okuyalım:

   İnsan olarak Abdülhamid çok gayretli,kurnaz,yetenekli ve benim diyen             diplomata taş çıkartacak kadar becerikli.Devletinin işlerini çevirmekte akıllı bir politikacı ve üstün bir zihin.Çok kibar bir kişiliğe sahip ve kendisiyle temas kurduğu kişilerden etkilemediği yok.Almanya ve Rusya ile,Balkan devletleriyle iyi ilişkiler kurdu,öte yandan daha önce zirvede olan İngiltere'nin Osmanlı'daki nüfuzu şimdi hiç seviyesine inmiş durumda.

   Yazar F.Diodati Thompson,Sultan Abdülhamid döneminde eğitim,teknoloji ve bilim alanlarındaki ilerlemeleri övüyor,onun devrinde eşkıyalığın Balkanlar'da tamamen ortadan kalktığını,Doğu'da ise hatrı sayılır ölçüde azaldığını,kadınların sosyal hayatta büyük ilerlemeler kaydettiklerini sözlerine ekliyor.Daha birçok şey söylüyor da,asıl önemlisi şunlar olmalı:

   Biz Amerikalıların önünde gelecekte Osmanlı Devleti'yle olan ticaretimizi arttırmak ve geliştirmek için muazzam fırsatlar var,şu tazminat sorunu da halledilirse Birleşik Devletler ile uzun bir dostluk ve refah dönemi yaşanacaktır.

   Sormakta haklısınız:

   Peki 1900 yılında Amerika'nın en gözde gazetelerinden birinde nereden çıktı bu Abdülhamid ve Türkiye övgüsü? İngilizlerin,Fransızların ve dahi Jön Türklerin çöktü çökecek diye uçurumdan atmaya hazırlandığı bir devlet,New York'tan nasıl oluyor da hemen her alanda hızlı ilerlerken fotoğraflanabiliyor?

   Bunun sebebini,ABD'nin İstanbul elçisi Oscar Strauss uzatmakta önümüze.Dinleyelim mi can kulağıyla:

   Johnstown felaketi sırasında İstanbul Sefareti'nde bulunuyordum.O zaman Osmanlı Devleti'nin malî durumunun pek müsait olmadığını bildiğimden durumu padişaha arz edip ondan istifade etmeyi münasip görmemiştim.Buna rağmen afetten bir iki gün sonra saraya davet edildim.Osmanlı Sultanı hadiseden duyduğu üzüntüyü ifade ederek ihsan etmeyi düşündükleri yardımı memleketime ulaştırıp ulaştıramayacağımı sorup 200 lira verdiler ki,bunu o zaman Dışişleri Bakanlığı'na gönderdim.Hatırladığımıza göre o esnada Avrupa hükümdarları arasında yalnız Osmanlı padişahı kendisinden istenmeden yüklü bir yardımda bulunmuş,böylece Amerikan halkı hakkındaki dostane duygularını ortaya koymuştur.

   Elçinin "Johnstown felaketi" dediği,1889'da vuku bulan ve "ABD'de yüzyılın en büyük felaketi" sayılan büyük sel baskınıdır.Şiddetli yağmurların ardından başlayan ve yaklaşık 2 bin kişinin ölümüyle ve binlerce insanın evsiz barksız kalmasıyla sonuçlanan bu felaketin yakınlarda İstanbul'da yaşadığımız sel baskınına bir benzerliği,ikisinde de yağma utancının yaşanmış olmasıdır.Yalnız bizdeki yağmacılar eşya talanıyla yetinirken,Amerika'dakiler ölülerin ceplerini yırtarak paralarını,parmaklarındaki yüzükleri ve başka değerli eşyaları da almışlardır.

   Selden sonra 18 ülke gıda,ilaç,giysi yardımlarında bulunmuş,işin ilginç yanı,bölgeye ilk yardımı yapan ve ulaştıran devlet ise Osmanlı olmuştur.Daha da önemlisi,Strauss'un dediği gibi Osmanlı Devleti'nin yardımı,talep gelmeden olmuş olmasıdır.

   Malum,Sultan Abdülhamid dış dünyadaki gelişmeleri günü gününe takip ederdi.Nitekim afetten gazeteler vasıtasıyla haberdar olur olmaz ABD'nin İstanbul elçisi Oscar Strauss'u huzuruna çağırdı.Ona hadiseden çok müteessir olduğunu söyledi ve kendisinden afetzedeler için yapacağı gıda (zahire) yardımının yanı sıra 200 Osmanlı lirası (1.000 dolar bugünkü değerle en az 40 bin dolar) nakita yardımının yerine ulaştırılmasına yardımcı olmasını istedi.

   Şimdi de Yangın Felaketi

   Selden 5 yıl sonra bu defa bir yangın felaketi yaşar Amerika,Minnesota ve Wisconsin'deki orman yangınları karşısında Abdülhamid yine elini kesesine atıp bu defa 300 Osmanlı lirası (1.500 dolar,bugünkü değerle en az 60 bin dolar) göndermiştir.Nitekim onun bu "dostane yaklaşımı" sayesinde gazetelerde "Türk Sultanı" ndan övgüyle söz edilir olmuştur (Chicago Daily Tribune,12 Eylül 1894)

   Yardımların olumlu etkisini şuradan anlıyoruz ki,1894 yılında bu defa İstanbul'da meydana gelen deprem sonrasında başta Elçi olmak üzere ABD halkı,hatta gazeteler Osmanlı yardımlarına karşılık vermek ihtiyacını duymuş ve yardım kampanyaları düzenleyerek para toplamışlardır.Oysa aynı Amerikalılar 1984'ten kısa bir süre önce Yunanistan'daki depreme hiç ilgi göstermemiş,kampanyalar neredeyse 'tek kuruş' yardım toplayamamışlardı.Kaldı ki,o sıralarda misyonerlik faaliyetleri,Harput ve Erzurumda'da konsolosluk açma gayretleri,Amerikan okulları yüzünden Osmanlı-Amerikan ilişkilerindeki sıkıntılar had safhadaydı.Zaten ilk alıntıda sözü edilen 'tazminat',yeterince ciddi bir sorunda aramızda.

   İşte New York Times sayfalarına yansıyan olumlu ve dostane havanın oluşumunda Abdülhamid'in bu tam yerinde ve zamanında yaptığı incelikli yardım politikası büyük rol oynamış,hatta yine 1900 yılında ABD'nin eski İstanbul Elçisi Alexander Terrell,aynı gazetede 'tazminat'a takmış bulunan Washington'daki meslektaşlarına Osmanlı Sultanı adına şu güvenceyi veriyordu:

   "Onu dürüst bir insan olarak görüyorum.Kendisini gayet iyi tanıyorum ve inanıyorum ki,Abdülhamid Avrupa'da iken karşılaştığım en entelektüel insandır." (26 Nisan 1900)

Alman SS Birliği

SS (tam ad: Schutzstaffel, Türkçe: koruma timi), önceleri Hitler'in kişisel muhafızlığını yapmak üzere kurulan birliklerdir. İlk kurulduğunda, polis görevi yapan silahlı parti militanlarından oluşuyordu. Toplama kampları kurulup, Himmler tarafından bunların yönetiminden SS sorumlu tutulunca iki ana gruba ayrıldı.

Bunların ilki, Waffen-SS ya da “Silahlı SS” örgütüydü, bu örgüt artık askeri bir yapı almıştı. Ordudan geçmiş subaylar tarafından yönetiliyordu. 1942 yılından sonra askerlik yükümlüsü gençler de burada görev yapmaya başladığı için “parti muhafızı” vasfını kaybetti, normal birliklerden bir farkı kalmadı.


Diğer bölüm ise, Allgemeine SS ("Genel SS"). Bu örgüt bir çeşit polis görevi yaptı. SS’lerin soykırım suçu işledikleri iddia edilen bölümü Allgemeine SS’dir. Bunların subayları genelde ordu kökenli değildi.

Alman SS Birliği
SS Birliği ve Adolf Hitler

Her iki bölüme de (önce Waffen-SS’e) yabancı personel alındı. Önce Alman asıllılardan veya Alman milletine akraba uluslardan SS Tümenleri oluşturulurken sonraları çeşitli uluslardan toplam 38 SS tümeni oluşturuldu.Allgemeine SS birlikleri de bir süre sonra tank, top ve zırhlı araç gibi ağır silahlarla silahlandırılıp yeni tümenler oluşturuldu.Bu birliklere yabancılar ve eski mahkumlar da alındı. Bu şekilde oluşturulan Oskar Dirlewanger komutasındaki Dilrewanger Tugayı (daha sonra 36. SS Waffen Grenadier Tümeni oldu) ve Bronislav Kaminski komutasındaki Kaminksi Tugayı (daha sonra 29. SS Waffen Grenadier Tümeni oldu) savaş sırasında işledikleri katliam, yağma ve tecavüz ile bilinir.


Gönüllülerden ve Avrupa'nın her yanından zorla görevlendirilenlerden oluşan birlikleriyle,savaşın sonlarına doğru sayıları yaklaşık 900.000'i buluyordu.SS'lere insanların acı çekişi karşısında soğukkanlı kalmaları ve başka ırka nefret etmeleri öğretilirdi.En önemli erdemleri Onurun Sadakatindir ilkesinden sapmaksızın Führer'e kesin boyun eğme ve bağlılıktı.


(Adolf Hitler Klagenfurt'da 1. SS Panzer Tümeni "Leibstandarte SS Adolf Hitler"'i denetliyor, Nisan 1938)

Einstein'in Beyni Hangi Sırları Çözecek?

Albert Einstein
Albert Einstein
   Bugün bilimden söz eden insanların çoğunun onu kendi başına çalışan devasa bir yaratık,özerk bir özne (eskilerin deyişiyle fâil-i muhtar) gibi gördüklerini gözlememek zor olmasa gerektir.Gerek yazılı ve görsel basından,gerekse popüler bilim neşriyatından gündelik dile kadar sızmış bulunan bilimin bir özne (fâil) olarak algılanış biçimi,onun temelde bir insan faaliyeti olduğunu ve bu faaliyet üzerinde insanın denetimi bulunduğunu unutmakta;sonuçta "Bilim" diye adlandırdığımız bir Büyük Varlık'ın kendi başına,otomatik bir fabrika gibi insandan bağımsız olarak üretimini sürdürdüğünü farz etmektedir.
   
   Rahmetli Şakir Kocabaş'ın yıllar önce (1983) yazdığı bir makaleyi hatırlıyorum.Başlığı son derece çarpıcıydı: Bilim Kimdir? Şu örnekleri sıralıyordu yazar günlük dildeki bilim tasavvurlarına dair:

   Bilim şunları şunları... yapmıştır.Bilim şu şu... hükümleri vermiştir.Bilim bize şöyle şöyle... söylemiştir.Efendim,bilime göre... Bilimin bize açıkladığı şu şu... şeyler.

   Bunların mecazi yahut istiareli ifadeler olduğu da pek söylenemez yazara göre,çünkü insanlar bu ifadeleri kullanırken bilim diye bir "varlık"tan,somut bir özneden söz etmektedirler."Filanca bilim adamı (veya adamları) şu konuda şu şu şartlar altında yaptıkları araştırma sonucunda şöyle bir sonuca ulaşmışlardır." ifadesi daha bilimsel bir ifadeyken,"Bilim şu konuda hükmünü vermiştir"e dönüşünce iş,artık bilimin ihtiyatlı olması gerek dilini bırakıp "dini" bir ifade biçimine bürünmüş olur.Yoksa "Kur'ân'ın bu konudaki hükmü şudur" ifadesiyle "Bilimin hükmü şudur" ifadesi arasındaki söylem benzerliği,bilimin dinî bir ifade alanına tecavüz ettiğini mi gösteriyor?

   Eğer Paul Tillich'e inanmak gerekirse,evet.Efsanenin (mit) dinî bir ifade biçimi olduğunu söylüyor Tillich.Ancak efsaneler,en geniş anlamında dinî olanla örtüşürken,18. yüzyıldan itibaren bilimin efsaneleştirildiğine şahit olmak da ilginçtir.Modern bilimin buluşlarından etkilenen Fontenelle gibi popüler bilim yazarlarının ve A.Pope gibi şairlerin bilimi neredeyse yeni bir din ve yeni bir mitoloji gibi kurguladıkları görülüyor 18.yüzyılda.Pope'un,ünlü

   Tabiat ve kanunları karanlığındayken gecenin
   "Newton olsun" dedi Allah ve aydınlandı her şey

mısralarında dile geldiği gibi Newton'un dünyayı aydınlatan biliminin Allah tarafından gönderildiği tarzında bir yaklaşım egemen olmaya başlamıştır bilimle ilgili edebiyata.

   "İyi de,bütün bunlar bilimin dışında olan biten şeyler,bunlardan bilime ne?" dediğinizi duyar gibi oluyorum.Haklı olabilirsiniz: Newton'un kendisi,böyle bir konuma oturtması için şiir sipariş vermemişti şaire;belki de o kendi işinde gücündeydi.Ancak 18.yüzyıldan itibaren bilim çevresinde örgülenen bu parlak ilerlemeci söyleminin etkisi o kadar güçlü olmuştur ki,hala bütün bu efsaneler karmaşası içinden gerçekten bilim olanı seçip ayıklamak sıradan bir insan için neredeyse imkânsız hale gelmiştir.Bilim,insanları aydınlatacak yerde,onları teshir etmek,yani büyülemek uğruna üzerlerinde tasarrufta bulunmaya yetkili bir özne konumuna oturtulmuştur.

   Bilim ile bilimsel efsaneleri birbirinden ayırt etmek ve arka-planına eğilmek,bilimin değerini düşürmeyecek,aksine onu tasarrufumuz haricinde işleyen bir fail olarak tasarlamak yerine,"Beşer şaşar" sözünü haklı çıkartacak bir faaliyet olarak düşünmemize imkan tanıyacaktır.

   Einstein'ın beynini,bu "tüm beyinlerin en güçlüsü"nü ele geçirmek için Amerika'daki iki büyük hastanenin nasıl kavga ettiklerini nakleden Roland Barthes,haklı olarak beyninin (burada bilimi sembolize etmektedir) Einstein'in kendisinden daha değerli tutulduğunu,onun kendi beyninin (ne kadar 'kendi' beyniyse artık!) basit bir dipnotu olmaktan kurtulamadığını söylemektedir.Einstein bu dünyayı un ufak edip öğüten "muazzam" beynin "taşıyıcısı" olduğu için değerlidir ancak.

   Roland Barthes,'Einstein'ın beyni'nin mitolojik bir nesneye dönüştüğünü söylemekte.O adeta ruhtan yoksun bir bedenin robotumsu bir parçası.Einstein da beynini hastaneye emanet etmekte bu mitolojiye hizmet etmiş oluyordu.Yine de beyninin Einstein'la bir alakası yoktu.O değirmenin un üretmesi gibi sürekli olarak düşünce üreten bir makine sayılıyordu.Einstein,bütün dünyanın sırrını tek bir şifreye ingirgeyerek onu bulmuştur.O şifreyi (e=mc2) bulan beynin taşıyıcısıdır Einstein.Ama yine de "dünyanın sırrını saklayan" asıl denklemini bulamadan ölmüştü."Demek ki dünya direndi;şifre tam olarak bulunmuş değil." Amaç,yarım kaldı.Kahramanın görevi bitmedi.

   Bu durumda görev,yeni Einstein'lara düşüyor,daha doğrusu yeni beyinlere."Einstein'ın beyni",tarihte yaşamış Albert Einstein adlı bilim adamının görkemli beyni olarak sergilenmeyecektir müzede (veya hastanede,fark etmez),o,Allah tarafından Batı'ya armağan edilmiş bir ayrıcalığın,hatta bir mucizenin mitolojik simgesi olarak orada gelecek nesillere seslenecektir.Eskiden insan atalarından bereket ve güç devşirebilmek için türbelerine giderlerdi.Einstein'ın beyni de bilim çağının türbesi olarak gelecek nesillere enerji ve ilham vermeye devam edecek.

   Bunun ne kadar gayri insani bir tutum olduğunu söylememe hacet kaldı mı dersiniz?

   Bu arada hatırlatalım ki,Einstein'in beyni,ömrünü son 30 yılında neredeyse durmuş,hatta gerilemişti.Verimsiz geçen bu yıllarında Einstein,çağın bir başka dâhi fizikçisi Niels Bohr ile gereksiz bir tartışmaya girmiş ve sonuçta kaybetmişti. ('intederminizm tartışması' diye bilinir.)

   Tabii ki hiç kimse zihinsel kudreti çöktü diye suçlanamaz.Ama Einstein 1925'te bile fiziği "gerçekliği kavramsal olarak kavrama çabası" olarak tarif ediyordu.Bohr itiraz ediyordu buna. "Hayır" diyordu, "fiziğin görevini doğanın nasıl çalıştığını bulmak şeklinde tanımlamak yanlıştır.Fizik doğa hakkında söylediklerimizle ilgilidir,doğayla değil."

   Einstein büyüktür,ama Time dergisinin 2000 yılı anketinde çıktığı gibi 20.yüzyılın en büyüğü değil.Hele son bin yılın,hiç değil.

Kaynak:"Avrupa'nın 50 Büyük Yalanı"/Mustafa Armağan