Abbasiler |
Dımeşk’e bağlı çok sakin bir yer olan Humeyme, bulunduğu yer bakımından yeni bir hareketin başlıyacağı ve yeni kurulacak bir devlete merkez olacağı kanâatini vermiyordu. Ayrıca Ali bin Abdullah’ın sakin bir tabîatı vardı. Bu yüzden Emevîler, burayı kontrol altında tutma lüzumunu hissetmemişlerdi.
Ali bin Abdullah’ın oğlu Muhammed, Humeyme’de, halîfeliğin kendi ailesine yâni Abbâsîlere geçmesi düşüncesi ile, yeni bir hareketin başlamasına sebeb oldu. Akıllı, zekî, gayretli, hâdiselerden istifâde etmeyi, fırsatları değerlendirmeyi çok iyi bilen Ali bin Abdullah’ın oğlu Muhammed, kendine göre bâzı prensipler dâhilinde çalımalarına devam etti. Tesbit ettiği prensiplere göre, bu hareket başarıya ulaştığında, Ehl-i beytten her kim halîfe seçilirse, ona razı olunacaktı. Böylece hazret-i Ali evlâdının gönülleri ve yardımları da alınmış olacaktı. Yine bu prensiplere göre, Humeyme, tâkib edilecek stratejinin idare ve plânlama merkezi oldu. Küfe şehri buluşma noktası, Horasan ise hareketin başlama merkezi idi. Humeyme’nin sakin ve küçük bir kasaba olmasının yanında, etrâfdak beldelerle irtibatı az ve şüpheleri üstüne çekmekten oldukça uzaktı. Ayrıca, Küfe ve Horasan’da vazife yapacaklar ile, haber götürüp getirerek irtibatı sağlayacak olanlar çok iyi seçilmişti. Böylece hareket, hiç kimsenin dikkatini çekmeden büyüyerek, devam ediyordu. Diğer taraftan Küfe, Humeyme ile Horasan’ın ortasında olduğundan, irtibat ve haberleşme için daha elverişli idi. Horasan ise, hareketin ortaya çıkış merkezi olmaya çok müsaitti. Ayrıca Horasan, hilâfet merkezi olan Dımeşk’dan epey uzaktı.
Çok gizli bir şekilde sürdürülen bu dâvaya davet ve propaganda, 718 (H. 100) senesinden başlayarak, 27 sene devam etti. Gizli davet dönemi de denilen bu dönem, Ebû Müslim Horasânî’nin davete uyanları yönetmek üzere Humeyme’den Horasan’a gönderilmesiyle bitti ve böylece açıktan faaliyet dönemi başladı.
Muhammed bin Ali bin Abdullah, Humeyme’de bulunuyor, propaganda için dâvetçi ve nakîblerini göndererek, Kûfe’de vaziyetin nasıl olduğunu, Horasan’da ne gibi hâdiselerin cereyan ettiğini tâkib ediyordu. Fakat 742 (H. 125) senesinde vefat etti. Yerine oğlu İbrahim geçti ve hareket hiç aksamadan devam etti.
Bu arada 744 (H. 127) de, Mervân bin Muhammed, Emevî halîfeliğine geçti. Mervân, memlekette kendine karşı bir hareketin varlığını, bunun kendi hilâfetine son verecek derecede olduğunu, özellikle Horasan’da görüldüğünü, orada bâzı kıpırdanmalar bulunduğunu seziyordu. Fakat hareket çok dikkatli ve pek gizli yapıldığından, mâhiyetini bir türlü anlıyamıyor, bu işleri kimin organize ettiğini, böyle tehlikeli bir hareketin kimin adına yapıldığını bir türlü tesbit edemiyordu. Tesbit ettiği zaman ise, iş işten çoktan geçmişti. Bir zaman Mervân’ın adamlarından bâzıları, Ebû Müslim’den, imâm İbrahim’e mektup taşıyan birini yakalayıp, Mervân’a getirdiler. Mektupda Ebû Müslim, genel durumu bildiriyordu. Mervân elçiye, kendisinden korkmamasını söyledi. Sonra bu işi yapması karşılığında ne kadar ücret aldığını sordu. Mervân, durumunu bildiren elçiye o mikdardan daha fazlasını (10.000 dirhem) vererek mektubu İbrahim’e götürmesini, olanlardan haber vermesini, normal bir şekilde Ebû Müslim’e yazılacak cevabî mektubu da aldıktan sonra kendisine gelmesini söyledi.
Elçi bildirileni yapıp, cevabî mektubu Mervân’a getirdi. Mervân, mektup üzerinde çok düşündü. İbrahim’in Ebû Müslim’e verdiği talimatları inceledikten sonra, hemen Dımeşk valisi Velîd bin Abdülmelik vasıtasıyla Belkâ’ valisine mektup gönderip; İbrahim’i yakalayarak huzuruna getirmesini emretti.
İbrahim mescidde otururken, bir anda, valinin geldiğini, etrafının sarıldığını görünce, durumu ve başına gelecekleri anladı. Ailesine, yakınlarına, yerine kardeşi Ebü’l-Abbâs’ı imâm tâyin ettiğini, ona itaat etmelerini ve buradan ayrılarak Kûfe’ye gitmelerini sıkı sıkı tenbih ve vasiyet etti. Kendisi Mervân’a götürüldü ve habsedildi. Vefat edinceye kadar hapiste kaldı.
Diğer taraftan, İbrahim’in yerine İmâm tâyin edilen Ebü’l-Abbâs Abdullah bin Muhammed es-Seffâh da yakınları ile birlikte Kûfe’ye gitti. 749 (H. 132) senesinde olan bu hâdise ile Humeyme devri kapandı.
Bu arada Ebû Müslim Horasanı, Horasan’daki faaliyetlerini tamamlamış, askerî hazırlıklarını bitirmişti. Artık işe girişebileceğini anladıktan sonra, Emevîlerin Horasan’daki valisi olan Nasr bin Seyyâr’a tehdidkâr bir mektup yazdı. Buna pek içerleyen Nasr, hemen, cevap olarak Ebû Müslim üzerine, âzâdlı kölesi Yezîd komutasında büyük bir ordu gönderdi. Ebû Müslim de güvenilir adamlarının bulunduğu ve komutanlığına Mâlik bin Heysem el-Huzâî’yi tâyin ettiği büyük bir ordu hazırlamıştı. Kendisi de, lüzum olursa, takviye birlikleri göndermeye hazır bir vaziyette, çok yakın bir yerden savaşı tâkib etmeye başladı. Kısa zamanda Ebû Müslim’in ordusu gâlib geldi. Emevî ordusu kumandanı Yezîd de yaralı olarak esir edildi. Sonunda Ebû Müslim’in, Horasan’daki çalışmaları zaferle neticelendi ve bölgenin hâkimiyetini eline geçirdi. Kendisi Horasan’da kalıp, Kahtâba bin Şebîb et-Taî’nin emrinde Irak’a doğru gönderdiği ordusu zaferler kazanarak 30 Ağustos 749 (H. 11 Muharrem 132) târihinde Kûfe’ye ulaştı. Daha önce Humeyme ile Horasan arasında irtibat merkezi olarak kullanılan Kûfe’de mühim vazife yapan Ebû Seleme el-Hallâl’e destek olarak idareyi ona teslim etti. Abbasî Devleti’nin kurulmasında mühim rolü olan Ebû Seleme’nin ismi Hafs bin Süleyman olup, mesleği kılıç kını yapmaktı. Bu sebeple kinci mânâsına Hallâl denmiştir.
Böylece, Ebû Müslim Horasânî’nin gayretleriyle Abbasî Devleti kurulmuş oldu. İlk halîfe olan Ebü’l-Abbâs es-Seffâh’ın, Abdullah bin Ali komutasındaki ordusu, Dicle’nin kollarından olan yukarı Zap Irmağı kenarında Mervân ordusuyla karşılaşıp zafer kazandı. Böylece Suriye kapıları Abbâsîlere açıldı. O civarda Bulunan şehirler de birer birer teslim oldu. Vâsıt bölgesinde Benî Yûsuf vilâyetinin Busir köyünde yapılan başka bir harbde de zafer kazanıldı. Emevîlerin son temsilcileri olan Yezid bin Ömer bin Hubeyre ile sulh yapılıp, kendisine ve müttefiklerine emân verildi. Böylece Emevî Devleti sona ererken, Abbasî Devleti’nin kuruluşu da 750 (H. 132) târihinde tamamlanmış oldu. İlk halîfe olan Ebü’l-Abbâs es-Seffâh’ın halîfeliği de Endülüs haricindeki bütün İslâm memleketlerinde tanındı. Emevîlerden Abdurrahmân bin Mu’âviye İspanya’ya geçerek, Endülüs Emevî devletini kurdu. Seffâh, eski Enbâr şehrini îmâr ederek, burasını, Hâşimiyye adıyla hilâfet merkezi yaptı.
Abbâsîlerin birinci halîfesi olan Ebü’l-Abbâs es-Seffâh, hazret-i Abbâs’ın torununun torunudur. Yumuşak huylu, ağır başlı, haya ve iyilik sahibi bir insan idi. Verdiği sözü mutlaka ve zamanında yerine getirirdi. “İnsanların en aşağısı ve zayıfı; cimriliği ihtiyat ve yumuşaklığı zillet sayan kimsedir” derdi. Cömertliği dillere destan idi. Seffâh lakabı da bunun için verilmişti. Bir defasında, Abdullah bin Hasen isminde bir zât, Seffâh’a; “Bir milyon dirhemin sâdece adını duydum. Hepsini bir arada olarak hiç görmedim” demişti. Seffâh hemen hizmetçilerine emretti. Bir milyon dirhemi hazırladılar.
Bu parayı ona hediye etti ve üstelik Abdullah’ın evine kadar, hizmetçilerinden birisi ile gönderdi. Dört sene dokuz ay halifelik yaptıktan sonra, Haziran 754 (Zilhicce 136) da vefat etti. Kısa süren halifeliğinde Abbâsîlerin kuruluşu sağlanıp tamamlandığı gibi, iç emniyet de te’min edildi. Endülüs dışında Emevîlerin sâhib olduğu bütün bölgelerde sükûnet sağlandı. Halifeliğe geldikten sonra ortaya çıkan isyanlarda bastırıldı. Zamanında memleket içi mes’elelerinin çokluğundan, aktif bir dış politika tâkib edilemedi.
Şeffâh’ın sağlığında onun güçlü bir destekçisi ve yardımcısı olan kardeşi Mensur, vefatından sonra halîfe oldu. Abdullah bin Ali’nin dışında, herkes ona bî’at etti. 754 (H. 136) da halîfe olduktan sonra, heybeti, cesareti, ince düşüncesi ve ileri görüşlülüğü ile karşılaştığı büyük problemleri aşmasını bilen Mensur, Abbasî Devleti’nin temelini sağlamlaştırdığı için, devletin gerçek mânâda kurucusu kabul edilmiştir. Mensur, Bağdad şehrini kurarak başkent yaptı. Bâzı halîfeler, Samarrâ ve başka merkezlerde ikâmet etmelerine rağmen, Bağdad, asıl merkez olarak nihayete kadar devam etti.
Bu arada yaptığı muharebeler ve kazandığı zaferlerle Ebû Müslim’in Horasan’da ve diğer İslâm memleketlerindeki nüfuz ve İtibârı artıyor, buna paralel olarak halîfeye olan itaat ve bağlılığı da azalıyordu. Sonunda, tarihçilerin kaydettiklerine göre, “Bir kında iki kılıç bulunmaz” sözü gereğince Ebû Müslim öldürüldü.
Yine tarihçiler Ebû Müslim’i; gayet soğukkanlı, sır saklayan, insaf ve merhametten mahrum, Sebeiyye itikadında, “Birini suçladığın zaman onu öldür” prensibiyle hareket eden pek kindar biri olarak bildirmişlerdir.
Ebû Müslim’in öldürülmesi üzerine, bilhassa nüfuzunun kuvvetli olduğu Horasan ve başka yerlerde çeşitli isyanlar görüldü ise de kısa zamanda hepsi bastırıldı.
Tarihçi İbn-i Tiktaka’nın “Fahrî” isimli eserinde verdiği malûmata göre, halîfe Mensur, aklı ve bilgisi çok, görüşü isabetli ve kuvvetli, vakar ve güzel ahlâk sahibi idi. Aile içinde gayet yumuşak, hoşgörülü idi. Ama bir halîfe olarak, halîfe hil’atını giydiği zaman vakar ve heybetli hâlini muhafaza ederdi. Halîfeye yakışmayan hâllerden uzak dururdu. 7 Ekim 775 (6 Zilhicce 158) târihinde hac yolunda vefat etti.
Bundan sonra Mensûr’un oğlu Mehdi halîfe oldu. O zamana kadar kuruluş dönemini geçirmiş olan devlet, onun zamanında kuvvetlendi. Hazîne zenginleşti ve fevkalâde ıslâhatlara başlandı. Halkın hayat seviyesi yükseldi.
Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebi genişletildi. Ayrıca ilk defa fevkalâde muhakeme işlerine bakmak üzere mahkemeler kuruldu. Mehdî, valilerine emirler göndererek, zulüm ve haksızlık yapılarak vergi alınmamasını emretti. Hazreti Ali evlâdından olup da hapisde olanları serbest bıraktı. Merv şehrinde ortaya çıkan ve ilâhtık taslayan El-Mukannâ, onun zamanında ortadan kaldırıldı.
Mehdî çok cömerd idi. Bir defasında, bir günde halka bir milyon dirhem dağıtmıştı, îmâra çok ehemmiyet verdi ve zamanında Bağdad çok gelişti. Yollar ve su kanalları yaptırdı. Posta teşkilâtını geliştirdi. İlmi ve san’atı himaye etti. Merhametli, zekî ve insaflı idi. Zamanında tasavvuf ehli âlimler halkı irşâd ettiler. Mehdî 785 (H. 169) de vefat etti.
Yerine Hâdî halîfe oldu. Bir senelik halifeliğinde; tedbirli, uyanık, zamanını ciddî işleri yapmakla geçiren Mûsâ Hâdî, gayet müsamahakâr, güzel yüzlü, güzel huylu, temiz kalbli kötü söz ve hareketten uzak bir şekilde yaşadı. 786 (H. 170) da vefat edince, yerine kardeşi Harun Reşîd halîfe oldu. Abbasî Devleti onun hilâfetinde altın devrini yaşadı. Devletin dışardaki îtibâr ve kudreti tam, içerdeki huzuru ise pek mükemmeldi.
Harun Reşîd zamanı, Abbasî topraklarının en geniş olduğu dönemdir. Onun devrinde, diğer halîfelerin devirlerinden farklı bir şekilde, memlekette huzur ve sükûnet vardı. Orduları Üsküdar’a kadar geldi, ilim ve san’at erbabına her türlü imkân sağlandı. Düşünülmesi, hayâl edilmesi bile mümkün olmayan gelirler, onun zamanında elde edildi. Hazîne çok kuvvetlendi. Dünyânın en meşhûr en muhteşem şehirlerinden biri olan Bağdad; ilim, san’at ve ticâret merkezi hâline gelmiş, nüfûsu bir milyona yaklaşmıştı. Mîmârîde çok ilerleyip, devrin en güzel köşk ve sarayları yapılmıştı. Kilometrelerce uzaktan Mekke-i mükerremeye su getirilip müslümanların istifâdesine sunuldu.
Diğer taraftan, Abbasî Devleti’nin çeşitli yerlerinde, ufak ve geniş çapta bâzı isyanlar vuku bulduysa da kolayca bastırıldı. Her geçen gün merkezî idare kuvvetlendi. Hazîne, eyâlet merkezlerinden merkeze gelen gelirlerle zenginleşti. Harun Reşîd, Fransa kralı birinci Sari, yâni büyük Şarlman’la mektuplaşırdı. Ona bir duvar saati hediye göndermişti. Avrupalılar saatin kendi kendine işlediğini görünce, içinde şeytan var diyerek cahilliklerini ortaya döktüler.
Zamanla üst kademedekiler arasında meydana gelen çeşitli mücâdeleler ve eyâletlerin kendi iktisadî menfaatlerini gözetmeye başlamaları, merkeze gönderilen gelirlerin azalmasına yol açtı. Bu durum, merkezî idarenin zayıflamasına te’sir etti. On beşinci halîfe Mu’temîd’in halîfe vekîli ve kardeşi olan Muvaffak’ın tedbirli hareketleri ve kuvvetli siyâsetiyle zayıflamanın önüne geçildi. Uzun vadeli bir siyâset tâkib eden Muvaffak, isteklerini gerçekleştiremeden vefat etti. Yerine geçen oğlu Mu’tedıd, babasının siyâsetini tâkib ederek içte ve dışta muvaffakiyetler elde etti. Zamanında bir çok zaferler kazanıldı ve çıkan isyanlar bastırıldı.
Zaman zaman meydana gelen çeşitli zaruret ve mecburiyetler sebebiyle, yeni müesseseler kuruldu. Bunlardan birisi de Emîr-ül-ümerâlık müessesesidir.
Mu’tedıd’den sonra halîfe olan Müktefî’nin zamanında da başarılar devam etti. Bizans’a seferler yapıldı. Devlet otoritesi kuvvetlendi. Halîfeye bağlılık arttı.
Daha sonra idare yine zayıfladı. Devlet içte ve dışta sarsıntılar geçirmeye başladı. Ne zaman merkezî idare zayıflasa ve halîfenin otoritesi düşecek olsa, bâzı gruplar hemen isyana kalkıyorlardı! Nitekim bu zamanda da, Kuzey Afrika’da siyâsî bir güç olarak ortaya çıkan Fâtımîler, doğuya doğru ilerlemeye başladılar. Karmatîler, Irak ve Hicaz bölgelerini tehdit ederken, Sâcoğulları Azerbaycan’da bağımsızlık kazandılar. Devlet sarsıntılar geçirmeye başladı.
Hâl böyle devam ederken, 925 senesinde İran’da ortaya çıkan ve savaşçı bir kavim olan şiî Büveyhîler, kuvvetlenerek, vatanları olan Deylem’den çıkıp batıya doğru ilerlemeye başladılar. İdare ve otorite iyice zayıflamış olduğundan, Abbasî kuvvetleri onları durduramadılar. Nihayet Büveyhîler 945 (H. 334) senesinde Bağdad’ı işgal ettiler.
Bu işgalden sonra yeni bir devir başladı. Halîfenin hiç bir maddî gücü kalmadı. İktidar, Büveyhîlerin eline geçti. Büveyhî işgali bir asırdan fazla devam etti. Siyâsî ve askerî faaliyetler, hep Büveyhîlerin kontrolünde kaldı.
Diğer taraftan Kuzey Afrika’da ortaya çıkıp Mısır’a gelen şiî Fâtımîler, 969 (H. 358) da Kâhire’yi işgal ettiler. Fâtımîler, Abbasî halîfelerinin halifeliklerini kabul etmedikleri gibi, kendilerinin de halîfeliklerini iddia ve îlân ediyorlardı.
On birinci asrın ortalarında Büveyhî hâkimiyeti zayıflayınca, durum daha da zorlaştı. Büveyhî komutanı, Bağdad’da Fâtımîler adına hutbe okuttu. Bunun üzerine büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey, 1055 (H. 447) de Bağdad’a girerek, Abbasî hanedanını, şiî hâkimiyet ve tasallutundan kurtardı. Halîfe Kâim bi-Emrillah’a hürmet gösterdi. Halîfe de ona Sultan ünvânını verdi. Selçuklular, Abbasî halîfelerini Büveyhîlerin tasallutundan kurtarmakla kalmayıp, medreseler kurdular. Böylece ilmî ve fikrî mücâdele de başlattılar ve bu işlerinde muvaffak oldular. Bağdad’daki Büveyhî hâkimiyeti son bulurken, Selçuklu kuvvetleri Mısır’daki şiî Fatımî hâkimiyetini de ortadan kaldırmaya çalışarak, saf Ehl-i sünnet ve cemâat itikâdını yerleştirmek için gayret gösterdiler. Bâzı iç karışıklıklar, şehzade ve kumandanlar arasındaki anlaşmazlıklar neticesinde, Selçuklular, Fâtımîleri büsbütün ortadan kaldıramadılar. İmâm-ı Şafiî hazretlerinin kabrini, Fatımî tasallutundan kurtarmak, kahraman ve yiğit kumandan, âlim ve ilmi ile âmil Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye nasîb oldu. Mısır’a girip Fâtımîleri tamamen ortadan kaldırdı. Ehl-i sünnet inancını yerleştirmek için medreseler açıp, pek çok talebe yetişmesine, İslâmiyet’in doğru olarak öğrenilmesine vesîle oldu. Anadolu’dan geçip Kudüs’e kadar gelen haçlılara karşı kahramanca çarpıştı ve Kudüs’ü geri aldı. Hak ve adaletle idare etti.
Bağdad’da Selçukluların askerî idareyi ele geçirmeleri ile, Abbbâsî halîfeleri siyâsî hâkimiyetlerini kaybettiler. Selçukluların zayıflamaları ve Muktefî ve Nasır gibi dirayetli halîfelerin başa geçmesi üzerine, Abbasîler tekrar güçlenmeye başladılarsa da, zamanla zayıflamanın önüne ğeçilemedi. Abbasî Devleti her geçen gün kuvvet ve îtibârmı kaybetti. Son Abbasî halîfesi olan Muşta’sim, dînine çok bağlı ve sûnnî idi. Vezîri olan İbn-i Alkamî ise, halîfeye sâdık ve bağlı olmayan bir mezhebsiz olup, devletin idaresi elinde idi. Tek emeli, Abbâsîleri yıkmak idi. Bunun için, Moğol hükümdarı Hülâgû’nun Bağdad’ı alarak halifeliği yıkmasını ve kendinin de ona vezir olmasını arzu ediyordu. Hülâgû’dan gelen mektuba sert cevap yazarak, onun Bağdad’a gelmesini sağladı. Mezhebsiz olan Nasırüddîn-i Tûsî, Hülâgû’nun müşaviri idi. Durmadan Bağdad’ın işgalini teşvik ediyordu. Bütün işler, insanlık ve medeniyet düşmanı olan bu iki mezhebsizin elinde kalmıştı. Neticede Hülâgû, iki yüz bin kişilik bir kuvvetle Bağdad’a yürüjdü. Yirmi bine yakın mevcudu olan halîfe ordusu, iki yüz bin Tatarın oklarına karşı duramadı. Hülâgû Bağdad’a, neft ateşleri ve mancınık taşları ile saldırdı. Elli gün muhasaradan sonra, İbn-i Alkamî, sulh için diyerek, Hülâgû’nun yanına gitti. Onunla anlaştı. Halîfe’ye gelip; “Teslim olursak, serbest bırakılacağız” dedi. Halîfe buna aldandı. 1258 (H. 656) târihinde Hülâgû’ya gidip teslim oldu. Bağdad teslim olduğunda, insanlık târihinin en büyük vahşetlerinden biri cereyan etti. Halîfe, yanındakilerle birlikte îdâm edildi. Dört yüz binden fazla müslüman kılıçtan geçirildi. Resûlullah efendimizin mübarek Hırka-i saadetleri ve Asâ-yı Nebevîleri yakılıp, külleri, milyonlarca İslâm kitabı ile birlikte Dicle’ye atıldı. Nehir, günlerce mürekkeb aktı. Güzel şehir, harabeye döndü. Sokaklar kan gölü hâline geldi. Böylece beş yüz yirmi dört senelik Abbasî Devleti son buldu. Bütün bunlara sebeb olan vezir İbn-i Alkamî’ye hiç bir vazife verilmedi, aynı sene zillet içinde öldü.
Kâhire’deki Abbasî halîfeleri: 35. Abbasî halîfesi Zâhir’in oğullarından Ebü’l-Kâsım Ahmed, Hülâgû’dan kurtulup 1261 (H. 659) de Mısır’a gitti. Orada hüküm sürmekte olan Türk sultanlarından Melik Baybars tarafından halîfe tanındı. Hilâfet, Osmanlılara geçinceye kadar halîfeler bu zâtın neslinden geldi. Mısır’da 1517 (H. 924) târihine kadar devam eden hilâfet, bu esnada halîfe olan Ya’kûb bin el-Müstemsik-billah’da bulunuyordu. O da kendi, arzusuyla, Mısır ve Hicaz fâtihi, hâdim-ül-Harameyn Yavuz Sultan Selim Hân’a hilâfeti teslim etti. Böylece hilâfet, Osmanlılara geçmiş oldu.
Bağdad’da hüküm süren asıl Abbasî hilâfeti, 750 (H. 132) târihinden 1258 (H. 656) târihine kadar; Mısır’daki kolu da, 1261 (H. 659) târihinden 1517 (H. 924) târihine kadar devam etti. Bağdad Abbâsîlerinin yıkılmasıyla, Mısır Abbâsîlerinin kurulması arasında 3 senelik bir fetret devri vardır. Bağdad’daki Abbâsîlerden 37, Mısır’daki Abbâsîlerden 17 halîfe hilâfet makamında bulunmuşlardır.
Teşkilât: Abbasîler, devlet müesseselerini İslâm esaslarına göre kurup, teşkîlâtlandırmışlardır. Halifelik alâmeti olarak Abbasîler; yüzük, asa, hırka, hutbelerde adlarının okunması v.b. şeyleri kullanmışlardır. Halîfe, dîvândaki tahtına bayram tebriklerinin dışında pek oturmaz, dîvânı, vezirlerin idaresine bırakırdı. Dîvâna bakan pencereli yüksek bir mahalden dîvân müzâkerelerini dinleyip, kendisi gözükmezdi.
Halîfeliğin Abbâsîler’e geçmesinden sonra, idare sisteminde ortaya çıkan yeni müesseselerden biri de vezirlikdir. Vezirlik, her ne kadar, kuruluş yıllarında Ebû Seleme el-Hallâl’ın zamanında ortaya çıkmışsa da, Abbâsîlerin ilk asırlarının sonlarına doğru son şeklini almıştır. Vezirlik; halîfelikten sonra en büyük mevkî idi. Bu tâbir ilk olarak Abbâsîlerde kullanıldı ve Ebû Seleme Hafs bin Süleyman Hallâl, tâyin edilen ilk vezîr oldu. Memleket idaresinde halîfeye vekillik, vali tâyin etmek, mâlî işleri yürütmek, idarî işlerde halîfe ile meşverette bulunmak gibi vazifeleri bulunan vezir, askerî ve idarî otorotiye de sahipti.
Vezirlik, tam salahiyetli yâni tefviz ve sınırlı salahiyetli yâni tenfîz olmak üzere iki kısımdı ve aralarında oldukça mühim farklar vardı. Tefvîz vezîri, idareyi doğrudan doğruya yürütüp kendi başına karar verip ordular gönderme, hazîneden lüzumlu harcama yapma gibi, halîfenin azli ve velîahd tâyini dışında her türlü yetkiye sâhib idi. Tenfîz vezîri ise bu salâhiyetlere sahip değildi.
Vazifelerinin ehemmiyeti îcâbj tefvîz vezirliğine tâyin edilecek olanda, tenfîz vezirliğine tâyin edilenden başka olarak, dînî ahkâmı, harb ve vergi işlerini çok iyi bilmek gibi şartlar da aranırdı.
Vezirlerin işleri çoğalınca, işlerin teftişi için vezirlere yardımcı olacak ve onların kâtipliğini yapacak vazifeliler tâyin edildi. Yaptığı vazifeye göre çeşitli isimler alan bu kimseler vezirlere yardımcı oldular. Kâtib-ür-resâil (Mektup kâtibi), Kâtib-ül-harâc (Haraç işleri kâtibi), Kâtib-ül-kadâ (Kadılık kâtibi) bu vazifelerden birkaçıdır.
Halîfeler, kâtiplik yapacak olanları seçerken, asîl aile mensubu, edebli, şahsiyet ve ilim sahibi ve müslüman olmalarına çok ehemmiyet verirler; ayrıca, resmî yazıların düzgün ve fasîh bir üslûbla yazılmasına çok dikkat ederlerdi.
Halîfe, vilâyetlere vali’tâyin ederdi. Ordu hazırlamak, askeri barındırmak, lüzumu hâlinde vazife vermek ve askerin maaşlarını ödeyip ihtiyaçlarını te’min etmek, hukukî mes’eleleri hâlletmek, kadı ve hekimler ile, vergi ve zekât işlerini yürütecek me’mûrlar tâyin etmek, dînin emirlerini ve insanların namuslarını muhafaza etmek, bunlara zararverilmesine ve dînin emirlerinde değişiklik yapılmasına mâni olmak, şer’î cezaları tatbik etmek, Cum’a ve vakit namazlarında insanlara imâm olmak veya imamlık yapacak kimseyi tâyin etmek, bölgesi halkından hacca gitmek isteyenlere bu imkânı temin etmek ve yol emniyetlerini sağlamak, valilerin başlıca vazifeleri idi.
Üç çeşit vali vardı. Birincisi, halîfe tarafından normal olarak herhangi bir bölgeye tâyin olunan ve vazifeleri yukarıda bildirilen vali idi. İkincisi; herhangi bir vilâyetin emirliğini zorla ele geçiren, halîfenin de, oranın emirliğini (valiliğini) ona: bırakması ile ortaya çıkan vali. Üçüncüsü ise halîfenin tâyin fakat vazife ve salâhiyetlerini tahdîd etttiği vali idi.
Abbasîler mükemmel bir idarî sistem kurmuşlardı. Hazret-i Ömer tarafından asker ve me’mûrların maaşlarını dağıtmak için kurulan dîvân, Abbasîler devrinde devletin idarî, mâlî, askerî ve hukukî mes’elelerinin yönetildiği yer hâlini almıştır. Zamânımızdaki bakanlıklara benzeyen bu dîvânlar ile devletin bütün işleri tâkib ve nizâma alınmıştı. Baktıkları işlere göre isim verilirdi.
Halîfe Mehdî’nin te’sis ettiği Dîvân-ül-ezimme veya Dîvân-üz-zimâm dâiresi, bu zamandaki defterdarlığa benzemekte idi. Başlıca vazifesi, arazî gelirlerini tâkib ve toplamaktı. Mâdenlerden elde edilen gelirlere de bu dâire bakardı.
Yine, Dîvân-ün-nazar veya Dîvân-ül-mükâtebât vel-mürâceat ismiyle kurulan ve dört bölüme ayrılarak vazife gören bir dâirede, askerî kayıt, vergi ve ödeme, me’mûrların tâyin ve vazifeden alınması ile gelir ve gider işlerine bakılırdı.
Hilâfet merkezi olan Bağdad’da yalnız posta işleri ile vazifeli büyük bir dâire vardı. Belli başlı merkezî yerlere giden yollarda posta istasyonları açılmıştı. Yollara koydurulan çeşitli işaretler, seyahat yapan kervanlara yardımcı oluyor ve coğrafî araştırmalar için de esas kabul ediliyordu. Posta teşkilâtı aynı zamanda istihbarat vazifesini de yürütmekte idi.
Halîfeler, ehemmiyeti îcâbı bu teşkilâtın üzerinde titizlikle durmuşlar ve devlet işlerinin yürümesinde çok istifâde etmişlerdir. Hattâ halîfe Ebû Ca’fer Mensur, saltanatı dört ayaklı bir tahta benzetip, ayaklarından birinin kırılması hâlinde tahtın yıkılacağını, saltanatın da ancak dört kişi sayesinde ayakta duracağını söylemiştir. Bunlar: 1-Adaletle hükmedip, Allahü teâlânın emrini yerine getiren, bu hususta hiç bir kınayıcının kınamasına aldanmayan kadı. 2-Zâlime karşı mazlumu koruyan emniyet müdürü. 3-Vergiyi iyi hesâb edip, zulmetmeden toplayan vergi dâiresi başkanı. 4-Posta idaresi müdürü.
O kadar düzenli, sür’atli ve muntazam olarak çalışan posta teşkilâtı sayesinde halîfe, memleketin neresinde olursa olsun bir valinin yaptığı hareketten, fiyatların artmasından, günü gününe haber alırdı.
İdarî müesseselerden biri de şurta yâni polis teşkilâtıdır. Bu teşkilât; suç ve cinayetleri tâkib ederek, suçluları yakalayıp cezalandırmakla vazifeli idi. Hiç kimseye haksızlık yapılmaz, maznuna yâni suçla itham olunana, suçlu olduğu tam tesbit edilmeden kat’iyyen ceza verilmezdi. Şurta idaresi, asayiş, emniyet ve huzuru sağlamak maksadıyla zanlıları tâkib eder, durumu açıklığa kavuşturmak için üzerine düşen vazifeyi yapardı. Teşkilâtın başında bulunan veSâhib-üş-şurta yâni emniyet müdürü denilen me’mûrun derece ve salâhiyetleri pek çok idi. Daha sonraları ehemmiyeti iyice artan bu makam, vezirliğe, hattâ mâbeynciliğe yükselme basamağı hâline geldi.
Abbâsîlerde sayısı yüz bini aşan düzenli ordu, öncü, sağ kol, sol kol, merkez ve saka denilen beş kısımdan teşekkül ederdi. Komutanlara maaş karşılığı toprak verilirdi. Buna İktâ sistemi denilirdi. İktâ ilk defa Peygamber efendimiz tarafından Temîm-i Dârî’ye verilmiş, daha sonra da İslârri devletlerinde tatbik edilmiştir. Osmanlılarda ise timâr adı altında tatbik edilmiştir. Abbâsîlerde askere maaş veriliyordu. Normal askerlerden başka, bir de gönüllü askerler vardı, önceleri askerleri tamamen Arab asıllılar meydâna getirirken, memleket genişleyince, Horasanlılardan ve bilhassa Türk asıllılardan asker alındı. Hattâ halîfe Mu’tasım, Türk asıllı askerlerden kurduğu muhafız kıtalarını sarayın muhafazasında vazifelendirdi. Türk askerlerinin sayısını yetmiş bine çıkardı. Eğitimi mükemmel olan ordu, zamanın en modern harb vâsıtalarına sahipti.
Diğerleri gibi mâliye teşkilâtı da muntazam olarak işlemekteydi Devletin gelirlerini korumak ve bunları müslüman toplumun faydasına uygun şekilde harcamada Beyt-ül-mâl yâni Devlet hazînesi vazifeli idi. Beyt-ül-mâlın başlıca gelirlerini şer’î gelirlerle ihtiyâç anındaki örfî vergiler meydana getiriyordu. Şer’î gelirlerin başlıcaları şunlardır: Ganîmet mallarının, mâden ve definelerin beşde birlik kısmı, gümrük gelirleri, haraç (öşürlü olmayan araziden alınan vergi ile gayr-i müslim vatandaşlardan alman ve cizye denilen vergi), zekât, mirasçısı olmayan mallar, öşür ve feydir.
Örfî vergiler ise zamana ve ihtiyâca göre değişirdi. Eyâletlerde elde edilen gelirler, mahallî hizmetlerle ilgili giderler ve askerî masraflar çıktıktan sonra Beyt-ül-mâl’e safî gelir olarak gönderilirdi. Bu gelirler, aynî ve nakdî olmak üzere iki şekilde alınırdı. Harun Reşîd zamanında, bütçede safî gelir 530.312.000 altına ulaşmıştı. İlk zamanlarda ödemeler gümüşle yapılırken, Harun Reşîd zamanındaki bolluk ve zenginlik sebebiyle altın ile yapılmaya başlandı. Yine Abbâsîlerde, günümüz ticâretinde carî bir çok usûller de kullanılmıştır. Meselâ bir tüccar, Basra Beyt-ül-mâline para yatırınca, oradan aldığı bir makbuzla Medîne Beyt-ül-mâlinden yatırdığı parayı çekebilirdi.
Toprak idaresinde mîrî (devlet, hazîne arazisi) arazi sistemi esastı. Orduların masraflarının artması, nakdî mübadelelerin yavaşlaması sebebiyle, devlet tamamen aradan çekildi. Böylece devlette, ordu mensuplarının gelirlerini, bizzat topraktan elde etmeleri usûlü yerleşti. Sonunda iktâ sistemi iyice benimsendi. Fetihler dolayısıyla kazanılan servet, para hâlinde tedavüle sürülüyordu. Bu sebeple kara ve deniz ticâreti gelişti. Bilhassa deniz ticâreti öyle arttı ki, müslüman gemilerin çokluğundan, hıristiyanlar denizde bir tahta parçası bile yüzdürmekten âciz kaldılar. İktisâdın gelişmesiyle beraber, sanayide de ilerlemeler kaydedildi. Birbirine yardım, öğrenme, din kardeşliği ve san’atı ilerletme esâslarına dayalı esnaf teşkilâtı kuruldu. (Bkz. Ahîlik)
Adliye teşkilâtı düzenli ve muntazam işleyen bir müessese idi. Her memlekette, oradaki müslümanların ekserisi hangi mezhebden ise, o mezhebden olan bir kadı vazife yapardı. Diğer hak mezhebe mensûb olanların bir dâvası olursa, bu dâvaya bölge kadısı değil, dâvâlı ile davacının mezheblerinden bir kadı bakardı.
Yine Abbâsîlerde Kâdı’l-kudât yâni başkadılık sistemi kurulmuş idi. Kâdı’l-kudât hilâfet merkezinde bulunur, bölgelerde ve çeşitli merkezlerde vazife yapacak kadıları tâyin ederdi. Bu ünvanı ilk alan da İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleridir. Zamanla kadıların selâhiyetleri arttırıldı. Her vilâyette dört mezhebin de kadıları bulundurulmaya başlandı. Bu kadılardan her biri, kendi mezhebi mensuplarının aralarındaki dâvalara bakardı. Kadılar, vazifelerin ehemmiyetini müdrik, pek dikkatli ve hassas kimselerdi.
Bir dâvada, birisi şâhid olarak dinlenecek ve netîce o şahidin şâhidliğine göre karara bağlanacaksa, şahidin durumu çok mühim idi. Şâhid, doğruluğu ile tanınmış birisi ise, şâhidliği kabul edilir, şayet durumu şüpheli ise, mahkeme durdurulurdu. Bâzı kadılar, lüzum olursa tebdîl-i kıyafet yâni kıyafet değişikliği ile insanlar arasında dolaşarak şâhidler hakkında malûmat toplamaya çalışırlardı. Böylece yalancı şâhidlik durumu söz konusu olamazdı.
Kadılık teşkilâtı içinde, kadıların bakmaktan âciz oldukları dâvalara bakan ve Mezâlim mahkemeleri denen mahkemeler vardı. Bunlara bakan kadılara Sâhib-ül-mezâlim denirdi.Sâhib-ül-mezâlim olan kadılar, diğer kadılardan daha üstün ve geniş selâhiyetlere sâhib idiler. Bâzı Abbasî halîfeleri, ehemmiyeti îcâbı, mezâlim mahkemelerindeki duruşmaları bizzat kendileri idare ederlerdi.
Yine adliye teşkilatına bağlı olmak üzere bir de Hisbe teşkilâtı vardı. Hisbe işini yapan vazifeliye Muhtesib denirdi. İyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek (kötülüğü yasaklamak), fazîlet ve ahlâk kaidelerinin muhafazasını, dînin emirlerine uyulmasını, çarşı ve pazarların düzen ve kontrolünü sağlamak; esnafın, dükkanındaki eşyalarını, gelip geçenlere mâni olacak şekilde sokağa taşırmasını önlemek; borçluların borçlarını ödemelerini te’min etmek; ölçü ve tartılarda hîle yapılmasına mâni olmak için, husûsî âletlerle esnafın ölçü ve tartı âletlerini kontrol etmek; dîni ve dînin emirlerim hafife alanları, alışverişte fiyatları fahiş mikdarda yükseltenleri cezalandırmak; tarlalarda, bahçelerde, komşusunun sınırına girilmesine mâni olmak; gayr-i müslinlerin, bina yaparlarken, binalarını, müslümanlarınkinden yüksek yapmalarına mâni olmak muhtesibin başlıca vazifelerinden idi.
Abbasîler, iktisadî bakımdan da çok güçlü idi. Müslümanlar, İslâmiyet’in çalışmak hususundaki emir ve teşviklerine uyarak rahat ediyorlardı. Devletin giderlerinin pek çok olmasına rağmen, gelirler daha çok olduğu için, hazîneler adetâ dolup taşardı. Hertarafta bolluk ve rahat vardı. Bilhassa ihtiyaç maddelerinin fiyatları çok ucuzdu.
Bütün bu rahatlıklara, gelirlerin bu kadar artmasına sebep, halîfelerin, memleketin iktisadî mes’eleleriyle de yakından alâkadar olmaları, zirâat, ticâret ve iktisâd ile alâkalı mes’elelere ehemmiyet vermeleridir.
Zîrâ halîfeler, zirâat ile alâkalı çalışmaları teşvîk ediyor, kanal kazılmasını, baraj, köprü ve su kemerleri yapılmasını emrediyorlardı. Dicle ve Fırat nehirleri, sâdece nehir yatağının etrafındaki bir kısım araziyi sulamaya kâfi gelmezken, gayretli çalışmalar netîcesinde bu nehirler arasındaki bütün arazi sulanarak memleketin en verimli toprakları hâline geldi. Hükümet buradaki araziyi doğrudan kontrol ediyor, böylece bölgede zirâat gelişip, mahsûl artıyordu, önceleri kurak olan bu yerler, sulama kanalı ve barajlar sayesinde, çiftlik ve bahçelerle dolu, verimleri yüksek araziler hâline geldi. Kazdırılan su arkları ve kanallarla da sulama şebekesi genişletildi. Arabistan’a kadar olan geniş ve uzun arazinin tamâmı sulanabilir hâle geldi. Dicle ve Fırat’tan, kanallar ile alman sular, kireç ve tuğladan yapılan muhkem su kemerleri vâsıtası ile Bağdad’a ulaştırıldı.
Zirâate ehemmiyet verildi ve bu işle uğraşanlara kolaylıklar sağlandı. Faizsiz krediler ile çiftçiler desteklendi. Devlet adamlarının ileri gelenlerinden bâzılarına iktâ olarak verilen arazîler, o şahıs tarafından en güzel şekilde işletilir, böylece yüksek verim elde edilir, arâzinin gelirleri âdil bir şekilde tahsîl edilirdi.
Başta buğday ve mısır olmak üzere, arpa, pirinç ve hurma yetiştiriliyor, meyveliklerle de meşgul olunuyordu. Memleketin her tarafında üzüm yetiştirilirdi. Ama, Yemen üzümleri, salkımlarının büyüklüğü ve uzunluğu ile tanınmıştı.
Lût gölü yakınındaki Zuğr şehrinde yabanî hurma ağaçlarına hurma, asmalara da Filistin asması aşılanmıştı Hindistan’dan narenciye çeşitleri ithâl edilip yetiştirilmeye başlandı. Bilhassa Filistin’de verimi yüksek zeytin ağaçları yetişirdi.
Abbâsîlerde endüstriye de gereken önem verilmiş ve üzerinde titizlikle durulmuştur. Fâris ve Horasan’da, demir, bakır, kurşun ve gümüş mâdenleri işletilirdi. Yeraltı kaynaklarından kükürt, tuz, ham petrol (neft) ve zift çıkarılırdı. Sabun ve cam fabrikaları, kâğıt, kumaş ve tuğla imalathaneleri kuruldu. İpek ve atlas işlemelerde, ağaç resimleriyle süslenmiş, ipekli kumaşlarda ve halı dokumacılığında çok ileri gidildi.
Hilâfet merkezi olan Bağdad’da, demirci, marangoz ve manifaturacı gibi her san’ata ait çarşılar vardı. Kuyumculukta ve mücevher işlemeciğilinde bir hayli ilerleme oldu.
Mısır, Nil nehrinde çalışan ulaşım vâsıtaları yapımında şöhret kazandı. Gemicilik, denizcilik ve madencilik ile; kalkan, mızrak, gem, eyer ve zırh gibi harb âletlerinin imalâtında ileri seviyeye ulaşıldı.
Halîfeler, tarım ve endüstrinin yanında ticâretin de gelişmesine ehemmiyet verdiler. İçte ve dışta ticâretin gelişmesi için tedbirler alındı. Ticâret kafilelerinin gelip geçtiği yollara kuyular kazdırıldı ve kervansaraylar yaptırıldı. Korsanlardan gelebilecek tehlikelere karşı donanmalar inşâ edildi. Sınırlara sınır taşları ve fenerler diktirildi. Bütün bunların neticesinde ticâret gelişti. Kafileler hâlinde, gemilerle ticârete başlandı. Gemi inşâ edilen tersaneler kuruldu. Ticâret çok ilerledi. Arpa, buğday, pirinç, meyveler, Mazenderân’ın meşhûr çiçekleri, şeker, yünlü, ipekli, ketenli kumaşlar, ipek, cam, zeytinyağı ve gülsuyu ile, çeşit çeşit çiçeklerden çıkarılan esanslar başka devletlere ihraç ediliyordu.
Kara ve deniz yollarının ulaşımı ticâreti arttırdığı gibi, bu hâl; seyyahların ve kâşiflerin de işine yaradı. Onların rahatça seyehat etmelerine, bilhassa kâşiflerin coğrafî keşifler yapmalarına imkân hazırladı.
Abbâsîlerde kültür: Emevîler devrinde fetihler yapılmış, İslâmiyet her tarafa yayılmış, İslâm memleketinin sınırları çok genişlemiş idi. Fetihlerin daha az olduğu Abbasîler döneminde ise ilerleme, daha çok medeniyet ve kültürde kaydedildi. Huzur ve istikrar, Abbasîler zamanında devletin bilhassa ilk dönemlerinde, müslümanlar için oldukça müsaitti. İdarecilerde, ilim, fikir ve san’atta ilerleme olmadıkça, zaferin tamamlanamayacağı fikrinde birleştiklerinden, bu husus üzerinde hassasiyetle durdular.
İlmî faaliyetler: Târihî kaynakların kaydettiklerine göre, devletin başındaki halîfeden, herhangj bir vatandaşa kadar hemen herkesin ilim öğrenmekle meşgul ölçtüğü Abbasî Devleti’nde; insanlar bal taşıyan arılar gibi, ilim öğrenmek ve öğrendiklerini insanların istifâdesine sunmak için üç kıt’ayı dolaşırlardı. İspanya’nın en ücra köyünden çıkan bir talebe, Yemen’de dağ tepesinde bulunan bir medresede ders veren Türkistanlı bir âlimden ilim öğrenirdi. Talebe, âlimi en ıssız yerde bile olsa bulurdu. Bağdad, Basra, Buhara, Küfe, Şam ve Fustat gibi İslâm şehirleri, ilim ve medeniyet merkezleri olup, Avrupalılar, ilim öğrenmek için buralara gelirlerdi. Gördükleri ilim, medeniyet ve ihtişam onları hayrete düşürürdü.
İslâm âlimleri; bir taraftan naklî ilimler adı verilen; tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm ve kıraat, âlet ilimleri denilen; edebiyat, nahiv, lügat ve beyân gibi ilimlerin usûl ve kaidelerini okuyup her sahada kıymetli eserler yazdılar. Bir yandan da aklî ilimler de denilen geometri, astronomi, tıb, kimya ve coğrafya gibi ilimlerde ihtisas sahibi oldular.
Bu devirdeki kültürel faaliyetlerin başında kitap tasnifleri gelmektedir. Emevîler devrinde tedvîn ve tasnîf edilen ilimler, Abbasîler devrinde kitaplara geçirilmiştir. Ayrıca her bir ilim dalının usûl ve metodolojisi ortaya konmuştur. Abbâsîlerin birinci asrında, büyük İslâm âlimleri yetişerek, tefsîr, hadîs, fıkıh, târih ve megâzi, dil ve lügat kitapları kaleme alındı. İslâmî ilimler üzerine lüzumlu îtinâ ve hassasiyet gösterildi. Bir çok ilmin temeli atıldı.
Dînî ilimleri öğrenmek isteyenler için her tarafta mekteb ve medreseler bulunduğu gibi, ayrıca camiler de aklî ve naklî ilimlerin öğretildiği birer kültür merkezi idi. Hattâ, Basra Camii gibi bâzı camiler, büyük bir medrese gibi tedris hizmeti de veriyordu.
Tercüme faaliyetleri: Mekke-i mükerremede doğan İslâm güneşi, kısa zamanda geniş bir sahayı aydınlattı. İslâm ordularının kahraman mücâhidleri, fethettikleri yerlerde, çeşitli lisanlarda yazılmış eski kitaplara rastladılar. Fennin müslümanın kayıp malı olup, Çin’de de bulsa alması gerektiğinin şuurunda olan bu mücâhidler, ele geçirdikleri kitapları, o dillerden anlayan kimselerden sordular. Faydalı olanları muhafaza ettiler. Bu kitaplardan bilhassa tıb, kimya ve astronomiye dâir olanları’Hâlid bin Yezîd bin Muâviye tarafından Şam’da tercüme ettirilerek müslümanların istifâdesine sunuldu. Zamanla tercüme faaliyetleri daha da gelişerek Lâtince, Kıbtça, Süryânice, Hindçe(Sankstritçe), Pehlevîce (Farsça) ve Nabatî lisanı gibi dillerden Arabca’ya bir çok eserler, mâlî dîvânlar tercüme edildi.
Kelîle ve Dimne, İbn-i Mukaffa tarafından Arabca’ya kazandırıldı. Cündişapur’da tahsîl gören Halîfe Mensûr’un doktoru Cercis bin Cibrîl ile beraber Bağdad patriği Sergios, faydalı eserleri Lâtince’den Arabca’ya kazandırdılar. Hipokrat ve Galen’den (Calinos) pek çok tıb kitabı tercüme edildi. Aristo, Batlamyus (Ptolemy) ve Okladis’in fen bilgilerine dâir olan eserleri tercüme ve tenkîd edildi. Bu sıralarda, Kenkeh-ul-Hindî, Sanchel-ül-Hindî, Şanâk-ul-Hindî, Cevder-ul-Hindî, Menkeh-ül-Hindî, Salih bin Behlet el-Hindî gibi kimseler Hindistan’dan gelirken, bir çok kitabı da beraberlerinde getirdiler. Bu kitapları, İranlı âlimlerin de yardımıyla Arabca’ya tercüme etmek suretiyle Hind kültürünü Orta Doğu’ya taşıdılar. Zamanla, yapılan tercümelerde görülen eksiklikler telâfi edildi. Yunan ve Hind kültürlerinin eksiklikleri, yanlışlıkları, İslâm âlimleri tarafından tenkîd edilerek düzeltildi.
Daha sonraları Reyhan el-Bîrûnî, Sankstritçe’den tercümeler yaptı. Huneyn bin İshak, Ya’kûb bin İshak el-Kindî, Sabit bin Kurre ve Ömer bin el-Ferruhân et-Taberî mütercimlerin en meşhûrlarındandı. İbn-i Vahşiyye, Nebâtîce’den tıb, kimya ve astronomiye ait kitaplar tercüme ettiler.
Bu tercüme faaliyetleri arasında, bâzı felsefe kitapları da tercüme edildi. İslâm âlimleri, eski Yunan felsefesini inceleyip, bu felsefecilerin, fikirlerinfi didik didik ettiler. Yanlış ve bozuk olduklarını ortaya koydular. Bu yanlış fikirleri çürüten, müslümanları îkâz eden, pek kıymetli eserler yazdılar. Huccetü’l-İslâm İmâm-ı Muhammed Gazâlî hazretlerinin yazmış olduğu, “El-Munkızü anid-dalâl” ve “Tehâfet-üt-Felâsife” kitapları bu eserlerin en meşhûrlarındandır.
Yabancı lisanlardan, Arabca’ya tercüme edilen eserlerden, faydalı olanları alınıp, kullanılıyordu. Meselâ astronomi ile alâkalı eserler tercüme edilince, çalışmalar süratlendirilip, rasadhâneler kuruldu. İlmî faaliyetler bizzat halîfe tarafından maddî ve manevî olarak desteklendi. Rasadhânede çalışan astronomlar, gökyüzünün hareketlerini incelemekle ve yalnız gözlemekle kalmadılar; ilmî faaliyet, araştırma ve incelemelerinde değişik metodlar tâkib ettiler.
İslâmiyet’in namazda, Mekke-i mükerremede bulunan Kâbe-i muazzamaya dönmek ve kudreti yetenlerin haccetmelerini farz kılan emirlerinin deteşvîkî ile, müslüman ilim adamları coğrafya ilmi üzerinde de hassasiyetle durdular. Bu ilim dalında yapılan çalışmalar sayesinde yeryüzü tanındı. Müslüman tüccarlar; doğuda Çin’e, batıda Atlas okyanusuna, güneyde Afrika’nın en uzak sahil bölgelerine, kuzeyde ise Rusya içlerine kadar gittiler. Kuzey Afrikalı müslümanlar, Avrupalı kâşiflerden çok önce Güney Amerika’ya ulaştılar.
Bu devirde yazılan ilk coğrafya kitapları, fethedilen yerlerle alâkalı idi. Bunlardan Belâzûrî’nin, “Fütûh-ul-Büldân”ı meşhûrdur. Bunu seyyahların eserleri tâkib etmiştir. Bu husustaki başlıca eserler, Yakut Hamevî’nin “Mu’cem-ül-Büldân”ı ve Nâsır-ı Hüsrev’in, “Sefernâme”si vs.dir. Daha sonra genel mâhiyette coğrafya eserleri yazılmıştır. Mes’ûdî’nin, “Et-Tenbîh vel-eşrâf’ı, Ebû Zeyd Belhî’nin, “Kitâbu sûret-il-ekâlim” adlı eseri bunlardandır.
Tefsir ilmi: Emevîler devrinde başlatılan tefsîr faaliyetleri, Abbasîler devrinde tasnîf ve yazıya geçmiştir. Bu devirde tefsîr usûlü ilmi kurulmuş, kaideler konmuştur. Taberî, Ebû Bekr Cessâs, Begavî, Ebû Bekr Nehhâs, Mâverdî, Sa’lebî, Ferrâ, Vahidî yetişen meşhûr müfessirlerden bâzılarıdır.
Kelâm ilmi: Emevîler devrinde fetihlerle genişleyen İslâm âlemi, çeşitli kültür ve fikir akımları ile karşılaştı. Bu kültürün ve tercüme edilen Yunan felsefesinin ve İskenderiye felsefî ekolünün, müslümanların temiz îtikâdlarına zarar verme tehlikesi ortaya çıktı. Bunun üzerine Ehl-i sünnet âlimleri, başta İmâm-ı a’zam olmak üzere, bu sapık akımlara cevaplar verdiler. Hepsini susturdular. Doğru îtikâdı, yâni Peygamber efendimizin ve Eshâbının yolu olan Ehl-i sünnet îtikâdını kitaplara geçirdiler. Bu konuda ilk olarak İmâm-ı a’zam hazretleri “El-Fıkh-ul-ekber” adlı eserini yazdı. Bozuk felsefe ve fikirlere verilen cevaplar bir ilim hâline gelerek, ilm-i kelâm ve metodolojisi kuruldu. Bu ilimde Ehl-i sünnetin iki büyük imâmı yetişti. Bunlardan biri Hanefî mezhebi âlimlerinden Ebû Mensur Mâtürîdî (ölm. 944/H. 333) diğeri de Şafiî mezhebinde yetişen Ebü’l-Hasen Eş’arî (879-941) H. 266-330)dir. Bu iki imâmdan sonra gelen bütün kelâm âlimleri, bu iki âlimin bildirdiği ve koyduğu metodlar üzerine eserlerini yazmışlardır.
Kadı Ebû Bekr Bâkıllânî, İmâm-ul-Haremeyn, Ebû İshak Şirâzî, Ebû Muzaffer İsferâyînî, Ebû Bekr ibni Fûrek, Huleymî, İmâm-ı Gazâlî, Şehristânî, Abdülkâhir Bağdadî yetişen meşhûr kelâm âlimlerinden bâzılarıdır.
Fıkıh ilmi: İslâmiyet’i Eshâb-ı kiramdan öğrenen Tabiîn ve bunlardan öğrenen, Tebe-i tabiîn (yâni Abbasîler) devrinde, din bilgilerinde yükselip, mutlak müctehidlik mertebesine ulaşan büyük imamlar yetişti. Bunlar, amelde mezheb sahibi idiler ve her birinin ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o âlimin mezhebi denildi. Bu âlimlerden çoğunun mezhebi kitaplara geçirilmediği için unutuldu. Yalnız dört büyük imâmın içtihâdları, talebeleri tarafından kitaplara geçirilerek muhafaza edildi ve müslümanlar arasında yayıldı. Bu dört imâm; İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel idi.
Bu dört imâmın mezheblerinin dışındaki mezhebler unutulduğu için müntesibi kalmadı. Bundan sonra da mezheb sahibi âlim yetişmedi. Bugün dünyâda sünnî müslümanlar bu dört mezhebden birine uyarak amel etmektedir.
Abbasîler devrinde, devletler hukukunun temelleri atıldı. Dünyâda ilk yazılı devletler hukuku kitabı olan İmâm-ı Muhammed’in “Siyer-i Kebîr” kitabı ve bu kitabın İmâm-ı Serahsî’nin yaptığı şerhidir. Yine ilk yazılı fıkıh usûlü (hukuk metodolojisi) kitabı, İmâm-ı Şafiî hazretlerinin “Er-Risâle” adlı eseridir. İmâm-ı Mâverdî ve Kadı Ebû Ya’lâ, “Ahkâm-üs-sultâniye” adlı eserleri ile amme hukukuna büyük hizmette bulundular. İmâm-ı Ebû Yûsuf, Yahya bin Adem, Belâzûrî, Ebû Ubeyd, İbn-i Zenceveyh de mâlî hukukun kaidelerini koydular.
Kıraat ilmi: Abbasîler devrinde yedi kıraat tarîki (yolu) ortaya çıktı. Bu yolların her biri bir kıraat âlimi ve talebesi ile temsil ediliyordu. Her bir okuyuş, sahâbîlerden birine dayanıyordu.
Tasavvuf ve ahlâk: Abbâsîlerin kültür hayâtına en çok te’sir eden, tasavvuf âlimleri idi. Bunlar, halkın irşâd edilmesi ile meşgul olmuşlar, îtikâd ve amel bilgilerini kalblere yerleştirmişlerdir. Bir çok gayr-i müslim, onların güzel ahlâkı vesîlesi ile müslüman olmuşlardı.
Bu tasavvuf âlimlerinin, velîlerin her birinin kendilerine mahsus usûlleri, metodları vardı. Bu usûl ve metodlâra uyan talebelere göre çeşitli yollar ortaya Çıktı. Bu yollar, birbirlerinden esasta farklı değillerdi. Cüneyd-i Bağdadî, İbrâhim-i Edhem, Fudayl bin Iyâd, Ma’rûf-i Kerhî, Bâyezîd-i Bistâmî, Ebü’l-Hasen-i Harkânî, Ebü’l-Hüseyn Nûrî, Hallâc-ı Mensur, Haris el-Muhâsibî, Sırrî-yi Sekatî, Ebû Ali Farmedî, Yûsuf-i Hemedânî, Abdülhâlık Goncdüvânî, İmâm-ı Kuşeyrî yetişen meşhûr sûfîlerden bâzıları idi.
Hadîs ilmi: Emevî halîfesi Ömer bin Abdülazîz devrinde, hadîs-i şerîfler tedvîn ve tasnîf edildi. Abbasîler devrinde de, konularına, râvîlerine, kuvvet ve zayıflıklarına göre kitaplara geçirildi. Bu iş için, İslâm âleminin her tarafına seyahatler yapıldı. İmâm-ı Buhârî, İmâm-ı Müslim, İmâm-ı Tirmizî, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Nesâî, Ebû Dâvûd ve İbn-i Mâce (rahmetullahi aleyhim) gibi meşhûr ve büyük âlimler yetişti. Bu âlimler, insan havsalasının kavrayamayacağı, fevkalâde bir gayret, îtinâ ve hassasiyetle çalışarak, ilk ve en muteber hadîs-i şerîf kitaplarını kaleme aldılar. Bu âlimlerin ilk ikisi “Sahîh”, diğerleri de “Sünen” isimli eserlerini yazdılar. Ayrıca İmâm-ı Mâlik’in “Muvatta”ı, İbn-i Ebî Şeybe’nin “Mûsânnef’i, Dârimî ve Dâre-Kutnî’nin “Sünenden, Bezzâr’ın, Sa’îd bin Mensûr’un, Ahmed bin Hanbel’in “Müsned”leri en mühim eserlerdendir. Abbasîler devrinde te’lif edilen yüzlerce hadîs kitabı, Moğol istilâsı sebebiyle bu gün elde mevcûd değildir.
Hadîs âlimleri, hadîs-i şerîfleri nakledenleri inceden inceye araştırmışlar ve hadîs ilminin usûl ve kaidelerini tesbit etmişlerdir. Bu konuda ilk yazılan eserlerden biri, Râmehürmüzî’nin, “El-Muhaddis-ül-fâsıl”, râvîlerle ilgili eserlerin en meşhûru da İbn-i Hibbân’ın “Şikârıdır.
Siyer ve târih ilmi: İlmî faaliyetler ilerleyip, hadîs-i şerîfler kitaplara geçirilince, Peygamber efendimizin hayâtı ve gazaları ile alâkalı olan kısımlar “Kitâb-ül-megâzî ves-Siyer” diye başlayan bahislerde anlatıldı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin hayâtını konu alan siyer ilmi, hadîs ilminden ve târihden ayrı bir ilim olarak meydana çıktı. Muhammed bin İshak (rahmetullahi aleyh), ilk siyer kitabını yazdı. Bunu İbn-i Hişâm şerh etti. Daha sonra, Vâkıdî, Peygamber efendimizin ve Esbabının gazalarını “Megâzî” adı ile yazmış, talebesi İbn-i Sa’d da, “Tabakât-ül-kübrâ” adlı eserinde onun rivayetlerini toplamıştır. Belâzûrî ve Mus’ab-uz-Zübeyrî de Eshâb-ı kiramın neseblerini tesbit etmişlerdir. İmâm-ı Taberî, Adem aleyhisselâmdan zamanına kadar bir cihan târihi yazmıştır. Daha sonra gelen âlimlerden İbn-i Cevzî ve torunu Sıbt ibni Cevzî, İbn-i Esîr târih sahasında önde gelen âlimlerdendir. Ayrıca İbn-i Asâkir 80 cild Şam târihi yazarak, en geniş şehir târihini ortaya koydu.
Nahiv ilmi: Yine Abbâsîlerin ilk asrında, Küfe ve Basra’da, iki büyük medresede nahiv ilminin temelini atan âlimler yetişti. Bunlardan Basra’da yetişenlerin meşhûrları; Îsâ bin Ömer es-Sakafî, Ebû Amr bin El-Alâ, Halîl bin Ahmed, Ahfeş, Sîbeveyh ve Yûnus bin Habîb’dir. Küfe’de yetişenlerin meşhûrları ise; Ebû Ga’fer er-Resâsî, Kisâî ve Ferrâ’dır. Arab edebiyatının mühim isimlerinden olan şâir ve edebiyatçılardan bâzıları da o devirde yetişti. Halîl bin Ahmed, aruz ilminin temelini attı.
Abbasîler devrinde, edebiyat da zirvede idi. Şiirde, câhiliyye devri şiiri ile mukayese edilecek düzeye gelinmişti. Ebû Nüvâs, İbn-i Kuteybe, Ebû Übâde el-Buhterî, Ebü’l-Atâhiyye, Abbasîler devrinde yetişen meşhûr şâirlerden bâzıları idi. Abbasîler devrinde nesîr de zirveye çıkmıştı. Abdullah bin Mukaffa, Beydabâ’nın “Kelîle ve Dimne”sini Arabca’ya çevirmiş ve bu eser Arab edebiyatının ilk nesir örneklerinden kabul edilmiştir. İbn-i Kuteybe, Müberrid, Sîbeveyh, Esmaî, Câhız, yetişen meşhûr nesircilerden bâzılarıdır.
Matematik ilmi: Namaz vakitlerinin tesbiti, kıblenin tâyini, mirasın taksîm edilmesi gibi dînî vecîbeler sebebiyle, müslümanların meşgul oldukları ilk fen ilimlerinden biri de matematik ilmidir. Abbasîler devrinde tercümeler yapıldı. Yapılan bu tercüme eserlerin yetersizliği tesbit edildi. Yeni usûller ve konular ile Harezmî tarafından cebirin, Bettânî ve Ebü’l-Vefâ tarafından trigonometrinin temelleri atıldı. Sayılar ve ondalık kesirler ilk defa ortaya konuldu. Sabit bin Kurre tarafından kardeş sayılar formülü keşfedildi. Kerhî ve Kâşânî iki, üç ve dördüncü kuvvetten sayıların toplama formüllerini ortaya koydu. Kuzey Afrika’da sıfıf rakamı kullanıldı. Böylece bütün Avrupa âlemi hesap yapma yollarını Endülüs müslümanlarından öğrendi. Dört işlem geliştirilerek sisteme bağlandı. Gıyâseddîn Cemşîd Kâşânî tarafından ilk defa binominal denklem çözüldü: Olmayana ergi metodu, geometriye ilk defa tatbik edildi. Ebü’l-Vefâ tarafından sinüsün, İbn-i Hüseyn tarafından kinamatik metodunun, İbn-i Yûnus tarafından logaritmanın, Kâşî tarafından ondalık kesirlerin keşifleri yapıldı. “Kitâb-ül-fahrî” adlı eser ile nümerik sayılar bilimi ortaya çıkarıldı. Kâşânî, Pî sayısını (TT) doğru olarak hesapladı. İlk hesap makinasını yaptı. Ebü’l-Cûd, dâireyi dokuz eşit parçaya bölebilen bir geometrik metot geliştirdi. Bîrûnî’nin, “Mekâlîdu ilm-il-hey’e” adlı eseri, küresel trigonometri konusunda ilk eser olarak kaleme alındı. Bîrûnî, diagonalin yaklaşık değerini ilk defa hesapladı. Harezmî, İbn-i Türk, Haccac ibni Yûsuf, Kindî, Ahmed Serahsî, Mahânî, Benî Mûsâ kardeşler, Bettânî, Sabit ibni Kurre, Ebü’l-Vefâ Buzcânî, İbn-i Heysem, Ebû Sehl Kûhî, Bîrûnî, İbn-i Sînâ, Abbasîler devrinde yetişen meşhûr matematikçilerden bâzılarıdır.
Tıb ilmi: Abbasî halîfeleri döneminde teşvik gören ilimlerden biri te tıb ilmiydi. Halîfe Mensur, Bağdad’da körler için bir hastahâne açarken, ihtiyarlar için de bir dâr-ül-aceze yaptırdı. Ayrıca Harun Reşîd, pratik tıb eğitimi için kütüphâneli bir hastahâne yaptırdı. Başarılı doktorları burada vazifelendirip, kütüphaneyi güzîde eserlerle doldurdu. Ruh ve sinir hastalıklarının tedavisinde meşhûr olan İbn-i Bahtişû’ya baş tabiblik vazifesini verdi. Me’mun ve Mu’tasım’ın, saraylarında özel doktorları vardı. Yahya bin Mâsaveyh, Mu’tasım’ın özel doktorları arasında idi.
Halîfelerin hastahâneler açarak rahat çalışma imkânı sağlamaları, bu sahada çalışanlara değer vererek yüksek maaşla saraylarına almaları doktorları teşvîk etti. Onların, sahalarında daha rahat ve verimli çalışmalarına imkân sağladı. Bir çok tıb kitaplarının tercüme edilmesine ve yeni eser ve buluşların ortaya konulmasına yol açtı.
Ali İbni Rabbân et-Taberî, 850 yılında yazdığı “Firdevs-ül-hikme” adlı tıb kitabında çeşitli hastalıklarla, ilâçları tarif etti. İbn-i Nefîs Ali bin Ebi’l-Hazm, kan dolaşımını keşfetti. Kindî, psikofizyoloji ilmini kurdu. “Risale fî ma’rîfet-il-kuvvet-il-adviyyet-ül-mürekkebe” adlı eserinde bu ilmin temel kânunlarını yazdı.
Tercüme faaliyetleri ile meşhûr olan Huneyn bir İshak, aynı zamanda zehirli gazlar konusunda otorite idi. Yine bu devirde, Sabit bin Kurre tarafından ilk defa anestezi kullanıldı. Kızıl ve kızamık hastalıkları onun tarafından tarif edildi. Ali bin Abbâs Ahvazî, kılcal damarlar sistemini ilk defa ortaya attı. İbn-i Sînâ, enfeksiyon hastalıklarını îzâh ve teşhis etti. “El-Kânûn fit-Tıb” adlı eserini yazdı. Bu eser, İslâm ve Avrupa üniversitelerinin yüzyıllarca değişmeyen temel kitabı oldu.
Bu sıralarda Avrupa’da, ayakta çıkan bir çıban yüzünden bacak kesilip hastanın ölümüne sebeb olunurken, Ammâr el-Mavsilî ilk katarakt ameliyatını yaptı. Ali bin Îsâ ise ilk göz hastalıkları kitabını yazdı. “Tezkiret-ül-Kehhâlîn” adını verdiği bu eserin, sekiz yüz sene boyunca bir eşi daha yazılamadı.
Astronomi ilimleri: Namaz vakitlerinin hesaplanması, kıblenin tâyini gibi hususlar sebebiyle müslümanlar, astronomiye çok ehemmiyet vermişlerdir.
Câhiliyye devrinde başlayan Astronomi ilimleri, Abbasîler devrinde zirveye çıkmıştır. Batlemyus’un (Ptolemy) “El-Macistî (Almagest)” ve “Tefrabibles” adlı eserleri Arabca’ya tercüme edildi. Bu kitaplardaki, güneşin dünyânın etrafında döndüğü teorisini çürüten İbn-i Şatır, dünyânın güneşin etrafında döndüğünü ve güneş sistemini Kopernik’den yüz yıllarca önce isbât etti. Bu isbâtıyla da modern astronominin temelini yüzyıllarca önce atmış oldu.
Bağdad şehrinin kuruluşu esnasında, ilk hesapları yapan İbn-i Nevbaht, Abbâsîlerin ilk resmî astronomu ve aynı zamanda ilk Usturlâb’ı keşfeden Muhammed el-Fezârî (ölm. 777), Ya’kûb ibni Tarîk ve İbn-i Fezârî ilk devir astronomları arasında yer alırlar.
Ebû Sa’îd es-Siczî dünyânın döndüğünü, Bîrûnî de yer çekimi kânununu isbatladılar. Fergânî tarafından da gezegenlerin hacimleri, ölçüleri, birbirine uzaklıkları bugünkü bilgilere yakın olarak hesaplandı. Bettânî, gündönümü ve mevsimleri tesbit etmiş, İhvân-ı Safa da bir güneş yılını 365+1/4 gün olarak ölçmüştür. Batlamyus zamanından beri, tepsi gibi dümdüz olduğu sanılan dünyânın küre şeklinde yuvarlak olduğu, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe (ölm. 768) tarafından ortaya atıldı. İbn-i Hurdâzbih, Mes’ûdî, Bîrûnî, İmâm-ı Gazâlî gibi sonradan gelen âlimler bunu isbatladılar.
832’de Halîfe Me’mûn’un emriyle Sincar sahrasında bir heyet, bir derecelik meridyen yayının uzunluğunu tesbit etti. Bu heyette; Ebü’t-Tayyîb ibni Ali, Ahmed bin Abdullah Mervezî, Ahmed bin Muhammed Nihavendi, Ali bin Îsâ Usturlâbî, İbn-i Fergânî, Sabit bin Kurre gibi âlimler vardı. Ebü’l-Hasen adlı bir ilim adamı, Akdeniz’in uzunluğunu 44° boylam uzunluğunda buldu. Ömer Hayyâm da, yüz yıldızın gök koordinatlarını verdi. Mûsâ bin Şâkir ve oğulları, Sincar ve Küfe sahrasında yer küresinin çapını ve güneşin irtifa derecelerini ölçtü. Ayrıca pusula keşfedildi.
Fizik ilimleri: Abbasîler, fizik ilimlerine çok ehemmiyet vermişlerdir. Abbasîler devrinde yetişen Kindî, Einstein’den yüz yıllarca önce izafiyet (rölativite) teorisine işaret etmiştir. Yine Abbasîler devrinde yetişen fizik âlimlerinden İbn-i Heysem, optik kânunlarını koymuştur. Bu konuda yazmış olduğu “Kitâb-ül-menâzır” adlı eseri meşhûrdur. Bu eserinde ayrıca görme ve ışık teorisini de doğru olarak ortaya koydu. Hâzinî de, “Mîzân-ül-hikme” adlı eserinde cisimlerin ağırlık ve özgül ağırlıklarına, ölçü ve tartı teorilerine yenilikler getirdi. Ebü’l-İzz ibni Cezerî, sibernetik ilmini kurarak, yüzyıllar önce bilgisayarların öncülüğünü yaptı.
Mustansıriyye Medresesi için, Nûreddîn Ali ibni Saati, bir su saati yaptı. Bu sahadaki faaliyetler; Murâdî, Zerkâlî ve Hâzini ile devam etti. Harun Reşîd’in Şarlman’a gönderdiği çalar saat, Avrupa’da yıllarca konuşuldu. Benî Mûsâ kardeşler de çeşitli otomatik âletler yaptılar. (Bkz. Benî Mûsâ Kardeşler)
Kimya ilmi: Kimya ilmi, Abbasîler devrinde ilim hâline gelmiştir. Bu ilmin kurucusu, Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin talebesi olan Câbir bin Hayyân idi. Câbir, kimya ilminin kurucusu olduğu gibi, atomun bölünebıleceğini ilk defa söyleyen ilim adamıdır. Asit-temel (Acid-base) teorisini ve nitrik asidi de ilk bulan Câbir bin Hayyân’dır. (Bkz. Câbir bin Hayyân) Modern kimyada kullanılan kimyasal sayılar metodunu, Black ve Lavoiser’den 700 sene önce Ebü’l-Kâsım el-Kâsî kullandı. Râzî, Zünnûn-i Mısrî, Ebü’l-Kâsım Irâkî ve Mesleme bin Ahmed Macrîtî bu devirde yetişen meşhûr kimyacılardan bâzılarıdır. İlk yoğunluk ölçme âleti de Bîrûnî tarafından bu devirde yapıldı.
Biyoloji ve diğer fen ilimleri: Abbasîler döneminde biyoloji ilimlerine de ehemmiyet verilmiştir. Dîneverî, İbn-i Kuteybe, İbn-i Baytar, Demîrî ve Câhız, bu devirde biyoloji konusunda yetişen meşhûr âlimlerden bâzılarıdır.
Botanik konusunda çeşitli çalışmalar yapıldı. Râzî, İbn-i Cülcül, Esmâî, Ali bin Abbâs, İbn-i Baytar, Gâfikî, İbn-i Avvâm, İbn-i Vahşiyye gibi âlimler bu sahada yetişen âlimlerin meşhûrlarındandır.
Câhız, Nazzâm, Demîrî, İbn-i Avvâm zooloji dalında yetişmiş ünlü âlimlerdir. Câhız’ın, “Kitâb-ül-hayvân” ile Dîneverî’nin, “Hayât-ül-hayevân” adlı eserleri bugün bile orijinalliklerini korumaktadır.
Zekeriyyâ Kazvînî, Bîrûnî, Mes’ûdî ve İbn-i Sînâ’nın jeoloji ilmine mühim hizmetleri olmuştur.
Irâkî, Kindî, Nasr bin Ya’kûb Dîneverî ve Câbir bin Hayyân mineroloji ilminde önde gelen şahsiyetler idi.
Yine Bîrûnî, jeodezi ilminin kurucusu olmuştur.
Eczacılık ve farmakoloji dalında ise; Îsâ bin Şîr Baht, Huneyn bin İshak, Ebû Mensur, Bîrûnî, Muvaffak ve İbn-i Cülcül bu devrin meşhûrlarıdır.
MEDENİYETİN AVRUPA’YA GEÇİŞİ
Abbasîler döneminde müslümanların ortaya çıkardığı yenilikler, sâdece müslümanların bilgisi dâhilinde kalmayarak onlarla münâsebet kurma şerefine nail olabilen Avrupahların da öğrenip uyanmalarına sebeb oldu. Bu dönemde ortaya konulan yenilikler, yeni yeni buluşların yapılmasına önayakoldu. İlmi, fenni Çin’de de olsa, kaybettiği bir malı bilip alan Müslümanlar, kendi sahip oldukları ilmi de başkalarına vermekten çekinmediler, İslâm memleketlerinin çeşitli şehirlerinde kurulan medreselere (üniversitelere), Avrupa ülkelerinden talebeler gelip ilim öğrendiler. Müslümanlarla ve ilimleri ile tanıştılar. Onların örf ve âdetlerine, temizlik ve güzel ahlâklarına hayran kaldılar, Memleketlerine dönüp, müslümanlarda gördükleri bu fevkalâde güzellikleri ve onların zenginliklerini anlattılar. Kötü niyetli fitneci papazlar, anlatılan bu zenginlikleri istismar ederek daha da dallandırıp budaklandırdılar. Kudüs’teki mukaddes yerleri de istismar ederek, oraları kurtarmak bahanesiyle başlarına topladıkları çapulcuları Anadolu’ya müslümanların üstüne sevk ettiler. Umûmi adıyla Haçlı seferleri denilen bu savaşlarda haçlılar, her tarafı kana buladılar. Yüz binlerce kadın, çocuk, ihtiyar, genç, asker-sivil öldü. Kahraman Selçuklu askerlerinin elinden kaçan bir kısım kılıç artığı haçlılar, Kudüs’ü ele geçirdilerse de, Selâhaddin-i Eyyûbî’nin kahraman askerinin elinde bu mübarek yerin tekrar islâm beldesi olmasına mâni olamadılar. Memleketlerine zelil bir şekilde dönen haçlılar, müslümanlardan pek çok şeyler öğrendiler. Medeniyetle tanıştılar, suyun nasıl kullanılacağını ve insan bedeninin su ile yıkanabileceğini öğrendiler.
Avrupalılar arasında çeşitli yollarla yayılan, müslümanların geliştirdikleri teknik bilgiler ve mahsûlleri, Avrupalı bâzı gençler tarafından hemen kabul gördü. Müslümanlar ve islâmiyet hakkında araştırma yapmaya başladılar. Fakat, bu araştırmacılar arasında, iyi niyetli olanlar olduğu gibi kötü niyetliler de vardı. Kötü niyetliler arasında çok görülen fanatik ruhlu bâzı papazlar, araştırmaları neticesinde doğruyu bizzat görüp, müşahede ettikleri hâlde saklayıp, kendi uydurdukları yalanları hakîkatmiş gibi insanlara telkin ettiler. Başlangıcından günümüze kadar bu tarz sahtekârlıklar devam edip geldi. Bugün bile “pek ilmî” ve “çok tarafsız” olduğu iddiası ile ortaya çıkan bâzı kişi ve kuruluşlar, kendi kafalarındaki küflü fikirleri İslâmiyetmiş gibi anlatmaya kalkışmışlarsa da hiç bir zaman güneşi balçıkla sıvamaya muktedir olamamışlardır. Hep kendi hatâlarını kendi sahtekârlıklarını ortaya koymaktan ileri gidemediler. İnsaflı bâzı ilim adamları müslüman ilim adamlarının eserlerini tedkik ederek hayranlıklarını belirtmekte, ilmin öncülerinin onlar olduğunu teslim etmektedirler.
ABBASİ HALİFELERİ
Halifelerin isimleri
|
Doğumu
|
Hilafeti
|
Vefatı
|
Ebül Abbas Abdullah Seffah bin Muhammed bin Ali bin Abdullah bin Abbas
|
722
|
749 (H.132)
|
754
|
Mensur Ebu Ca'fer bin Muhammed bin Ali
|
713
|
754 (H.136)
|
775
|
Mehdi bin Mensur
|
745
|
775 (H.158)
|
785
|
Hadi Musa bin Mehdi
|
762
|
785 (H.169)
|
786
|
Harun Reşid bin Mehdi
|
765
|
786 (H.170)
|
809
|
Me'mun bin Harun
|
786
|
813 (H.198)
|
833
|
Emin Muhammed bin Harun
|
787
|
809 (H.193)
|
813
|
Mu'tasım bin Harun
|
796
|
833 (H.218)
|
842
|
Vasık bin Mu'tasım
|
812
|
842 (H.227)
|
847
|
Mutevekkil bin Mu'tasım
|
821
|
847 (H.232)
|
861
|
Mühtedi bin Vasık
|
835
|
869 (H.255)
|
870
|
Müste'in bin Mu'tasım
|
836
|
862 (H.248)
|
865
|
Müstansır bin Mütevekkil
|
839
|
861 (H.247)
|
862
|
Mu'temid bin Mütevekkil
|
844
|
870 (H.256)
|
892
|
Mu'tez bin Mütevekkil
|
847
|
865 (H.252)
|
869
|
Mu'tedid bin Muvaffak bin Mütevekkil
|
857
|
892 (H.279)
|
902
|
Müktefi bin Mu'tedid
|
878
|
902 (H.289)
|
908
|
Muktedir bin Mu'tedid
|
895
|
908 (H.295)
|
932
|
Kahir bin Mu'tedid
|
899
|
932 (H.320)
|
934
|
Müktefi bin Mu'tedid
|
905
|
944 (H.333)
|
949
|
Radi bin Muktedir
|
910
|
934 (H.322)
|
940
|
Mütteki bin Muktedir
|
910
|
940 (H.329)
|
944
|
Muti' bin Muktedir
|
914
|
946 (H.334)
|
975
|
Tayı' bin Muti'
|
932
|
974 (H.363)
|
1003
|
Kadir bin İshak bin Muktedir
|
947
|
991 (H.381)
|
1031
|
Kaim bin Kadir
|
1001
|
1031 (H.422)
|
1075
|
Muktedi bin Ahmed bin Kaim
|
1056
|
1075 (H.467)
|
1094
|
Müstazhir bin Muktedi
|
1076
|
1094 (H.487)
|
1118
|
Müsterşid bin Müstazhir
|
1091
|
1118 (H.512)
|
1135
|
Müktefi bin Müstazhir
|
1096
|
1136 (H.530)
|
1160
|
Raşid bin Müsterşid
|
1109
|
1135 (H.529)
|
1138
|
Müstencid bin Muktefi
|
1124
|
1161 (H.555)
|
1171
|
Müstedi bin Müstencid
|
1142
|
1172 (H.566)
|
1179
|
Nasır bin Müstedi
|
1158
|
1180 (H.575)
|
1225
|
Zahir bin Nasır
|
1175
|
1225 (H.622)
|
1226
|
Müstensır bin Zahir
|
1192
|
1226 (H.623)
|
1242
|
Müsta'sım bin Müstensır
|
1212
|
1242 (H.640)
|
1258
|
Mısırdaki Abbasi Halifeleri
Halifelerin isimleri
|
Doğumu
|
Hilafeti
|
Vefatı
|
Müntasır Ahmed bin Zahir
|
(?)
|
1258 (H.656)
|
1261
|
Hakim Ahmed bin Hasen bin Ali
|
(?)
|
1261 (H.660)
|
1301
|
Müstekfi bin Hakim Ahmed
|
1285
|
1301 (H.701)
|
1338
|
Vasık bin Hakim Muhammed
|
(?)
|
1338 (H.740)
|
1348
|
Hakim Ahmed bin Müstekfi
|
(?)
|
1339 (H.741)
|
1352
|
Mu'tedid bin Müstekfi
|
(?)
|
1352 (H.754)
|
1367
|
Mütevekkil bin Mu'tedid
|
(?)
|
1361 (H.763)
|
1405
|
Mu'tasım bin Hakim
|
(?)
|
1377 (H.779)
|
(?)
|
Mütevekkil (tekrar)
|
(?)
|
1377 (H.779)
|
1405
|
Vasık bin Hakim
|
(?)
|
1383 (H.785)
|
1384
|
Mu'tasım (tekrar)
|
(?)
|
1386 (H.788)
|
(?)
|
Mütevekkil (tekrar)
|
(?)
|
1389 (H.791)
|
1405
|
Müste'in bin Mütevekkil
|
1392
|
1405 (H.808)
|
1430
|
Mu'tedid bin Mütevekkil
|
1380
|
1412 (H.815)
|
1441
|
Müstekfi bin Mütevekkil
|
(?)
|
1441 (H.845)
|
1450
|
Kaim bin Mütevekkil
|
(?)
|
1450 (H.854)
|
1459
|
Müstencid bin Mütevekkil
|
1392
|
1455 (H.859)
|
1479
|
Mütevekkil bin Ya'kub
|
1416
|
1479 (H.884)
|
1498
|
Müstemsik bin Ya'kub
|
(?)
|
1515 (H.922)
|
(?)
|
Ya'kub bin Müstemsik-billah
|
(?)
|
1516 (H.923)
|
(?)
|
Yorum Gönder