|
Necip Fazıl Kısakürek Vefatı |
Necip Fazıl evine çekilmiş, yarım kalan işlerini bitirmek ve elini çabuk tutup "yolculuğa çıkmadan önce" bütün işlerini tamamlamak isteyen bir "seferi" havasında hani hani. çalışıyordu. O sıralarda bir haber geldi. “Vatan Hâini Değil, Büyük Vatan Dostu Vahidüddin" isimli eseri toplatılmış ve bu eserden dolayı, "Atatürk’e hakaretten" dâvâ açılmıştı.
Eserde, “M. Kemal’i Anadolu’ya Sultan Vahidüddin Gönderdi” deyişi “hakâret” telakki edilmişti. Hakkında açılan dâvâ süratle neticelenmiş ve iki sene hapse mahkum olmuştu. Yıl 1982 idi. “Çiçeği burnunda” ihtilâl bütün şiddetiyle devam ediyordu. Necip Fazıl o ilerlemiş yaşına bakılmaksızın hapse konulacaktı. Ama rahatsız& Hastalığı sebebiyle cezası ertelendi. Hatırlı kişiler devreye girdi. İhtilalin lideri olan ve Anayasa oylamasıyla birlikte otomatik olarak Cumhurbaşkanı sıfatını kazanan Kenan Evren’e müracaat ettiler. Cumhurbaşkanlarının hasta mahkumları affetme selâhiyeti vardı. Ancak ihtilalin lideri af teklifini hiddetle ve şiddetle geri çevirmişti. Bu teşebbüslerden Necip Fazıl’ın haberi olsaydı, ondan daha büyük bir şiddetle ve hiddetle “af için müracaat edilmesini reddederdi. Nitekim teşebbüsleri öğrenince öfkelendi de.
Necip Fazıl için hapis mühim miydi?.. O dâvâsı uğruna her türlü çileyi göze almış ve bu uğurda defalarca hapis yatmış, türlü eziyetlere mâruz kalmıştı. 1943, 1947, 1950, 1951, 1952, 1957 ve 1960 seneleri onun “Medrese-i Yusufiye”de kaldığı yıllardı. Mevkufiyeti bazan 1 gün, hazan 18 ay sürmüştü.
Çile ve mücadele
Çile ve mücâdele Necip Fazıl’ın hayatını hülâsa eden iki kelimeydi. Çileler onu mücadelesinden vazgeçirememişti. Eline para geçtikçe o parayı son kuruşuna kadar dâvâsı ve mücadelesi için harcamış, “Büyük Doğu” gazetesini yayınlamıştı.
Necip Fazıl’ın yanında paranın hiçbir değeri yoktu. Para onun için sadece ve sadece dost ve ahbaplarına ikram ve dâvâsını neşretme “vasıtası” idi.
Sıra İslami değerlere düşman olanlara geldi mi, kalemi tıpkı akıncıların kılıcına benzerdi. İslama saldıranlar Necip Fazıl’ın kalemine hedef olmaktan çekinirlerdi. Necip Fazıl da hasımlarının “parasızlıktan” sıkıntı çektiğini ve yaptığı neşriyatın bu yüzden tatile uğradığını bilmelerini istemezdi. Mustafa Özdamar, bu hususta Sezâi Kara-koç’tan naklen şöyle enteresan bir hâtırayı kaydediyor:
Üstad’ın günlük gazete çıkardığı yıllarda, bir gün paralan bitince Üstad Necip Fazıl, Sezâi (Karakoç) Bey’e: ‘Ne yapacağız Sezâi?’ demiş.
"Sezâi Bey de: ‘Valla Üstadım, yapacak pek bir şey yok! Yarından itibaren, yeni bir imkân yakalayıncaya kadar çıkamayacağız herhalde’ deyince, Üstad: Bak Sezai, ben, Falih Rıfkrya, Ahmed Emin Yalman’a, Hüseyin Câhid’e – daha böyle bir sürü isim sayarak- ben bunlara, Büyük Doğu parasızlıktan kapandı, dedirtmem!… demiş. Bunlara arkamızdan def çaldırtmayacağım ben! demiş, diretmiş.
“Sezâi Bey: İyi hoş da ne yapacağız Üstadım peki? diye sorunca: Bak, demiş Sezâi, sistemin burnuna üfüren, suç unsuru ihtiva eden bir manşet atacağız! Sonra da savcılığa ihbarda bulunacağız telefonla: Bugünkü Büyük Doğu’yu gördünüz mü Savcı Bey! diyeceğiz.
“Biz bu ihbarı yapınca Savcılık Büyük Doğu’yu toplatarak bir müddet kapatacak! Sistemin kuklalan da, bizim gizli planımızı bal gibi yutarak: “Büyük Doğu toplattırılarak kapatıldı!… diye manşet çekecekler.
“Bu dediğini hakikaten de yapmış Üstad. Yapmış ve hüküm de giymiş o sayıdan dolayı.
“İslam'ın izzetini koruyan adam Necip Fazıl, böyleydi işte!..” (Üstad Necip Fazıl / 39)
Önce Alkışla, Sonra Hırpala!
Necip Fazıl’ın "hasmı" kalemlerin tamamı, "önceleri" Necip Fazıl’ı methetmek için birbirleriyle yarışmaktaydı. Ta ki 1934’e kadar. Hatta 1940’a kadar.
26 Mayıs 1904’te dünyaya gelen Necip Fazıl 15 yaşındayken şiire başlamış, 1923’te artık, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Halide Edip, Fuat Köprülü gibi meşhur edip ve şairlerin yazdığı mecmualarda şiirleri yayınlanmaya başlamıştır. Şiirleri mektep kitaplarında yer almakta, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi edebi tahlil yapan uzmanlar onun san’atını methetmektedir. Necip Fazıl 1934’te Abdülhâkim Arvasi ile tanışır. O tarihten sonra da eserlerindeki üslup ve muhteva tamamen değişir. O andan itibaren de bir zaman kendisini alkışlayıp metheden çevreler, onu ya görmezlikten gelmeye, ya da şiddetle tenkit etmeye başlar.
Sultanü’s-Şuâra
Necip Fazıl artık, sisteme meddahlık yaparak isim yapmış, mevki kapmış olanların medihlerine de yermelerine de beş para ehemmiyet vermemektedir. Harıl harıl eser telif etmekte, imkan buldukça Büyük Doğu’yu çıkartmakta, Anadoluyu adım adım gezerek konferanslar vermektedir. Mü’minlerin teveccühü ve duâsı, onu, 1934 öncesindeki meddahların yazılarıyla ve sözleriyle kıyaslanamayacak ölçüde mes’ud etmektedir.
Hayatındaki unutulmaz anlardan biri de 25 Mayıs 1980 tarihinde yapılan merasimdir. Kültür Bakanlığı ile Türk Edebiyatı Vakfı’nın müştereken tertipledikleri mera-simde bir "vefâ örneği" sergilenmiş, kültürümüze emek veren değerli bir ismin unutulmadığı herkese gösterilmiştir. O gün yapılan merasimde kendisine "Sultanü'ş-Şuara" (Şairler Sultanı) ünvanı verilmişti..
"Bana Kur’an Oku"
25 Mayıs 1983 günü, gece saat 1’den sonra Necip Fazıl, oğlu Ömer’i yanına çağırmıştı. Fenalaşmıştı. Oğluna, "Beni kaldır ve oturt!" demişti.
Necip Fazıl yatağına oturunca, elini amma götürmüş, ufuklarda bir yolcu ararcasına uzaklara bakmış, tebessüm etmiş ve oğluna tekrar son talimatını vermişti: “Beni yatır!”
Yattıktan hemen sonra, "Bana Kur’an oku! Yâsin suresini oku!" demişti.
Tıpkı Hasan Can’ın Yavuz Sultan Selim’e okuduğu gibi, oğlu Ömer de Yasin suresini okumaya başlamıştı. Bu arada Necip Fazıl’ın yüzünde boncuk boncuk ter belirmeye başlamıştı. Süre henüz bitmeden Necip Fazıl Kelime-i Şehâdet getirmeye başlayınca, oğlu okumaya ara vererek babasına bakmış ve sevgili babasının ruhunu Rahman’a teslim ettiğini görmüştü.
Ölüm Şiirleri
Ölüm, bir son değil, bir başlangıçtı. Cenab-ı Hakkın “Kudret” dairesinden tekrar "ilim" dairesine geçişti. Hiç ölünmeyecek ebedi bir hayatın başlangıcıydı. Dostlarla bir arada olunacak bir “düğün merâsimi”ydi. İşte Necip Fazıl yıllar öncesinden manzum olarak bu hakikatleri terennüm etmiş ve kendi ölümü başta olmak üzere ölümü her zaman sıcak bir tebessümle karşılayacağını ifade etmişti.
Ölüm, bir son değil, bir başlangıçtı. Cenab-ı Hakk'ın "Kudret" dairesinden tekrar "İlim" dairesine geçişti. Hiç ölünmeyecek bir ebedi hayatın başlangıcıydı. Dostlarla bir arada olunacak bir "düğün merasimi"ydi. İşte Necip Fazıl yıllar öncesinden manzum olarak bu hakikatleri terennüm etmiş ve kendi ölümü başta olmak üzere ölümü her zaman sıcak bir tebessümle karşılayacağını ifade etmişti.
"İşim Acele" başlıklı şiirinde şöyle diyordu:
Gökte zamansızlık hangi noktada?
Elindeyse yıldız yıldız hecele!
Hüküm yazılıyken kara tahtada
İnsan yine çare arar ecele!
Gençlik... Gelip geçti... bir günlük süstü;
Nefsim doymamaktan dünyaya küstü.
Eser darmadağın, emek yüzüstü;
Toplayın eşyamı, işim acele!
Vasiyeti
Ebedi hayattan ve Ahirette hesap verme gerçeğinden habersiz olan, ya da avcının kendisini görmemesi için başını kuma gömen devekuşu misali, başını gaflet, dalalet ve sefâhet kumuna gömen ehl-i dünyanın ölüm kelimesinden bile şiddetle ürkmesine ve hatırına dahi getirmek istememesine mukabil Necip Fazıl yıllar öncesinden ölüm gerçeğini işte böyle terennüm ediyordu. Vasiyetini bile çok hazırlamıştı. Ailesini ilgilendiren vasiyetinden ayrı olarak bir de onu tanıyan, seven, bilen dostları, mü'min kardeşleri için bir vasiyet hazırlamıştı. Bu vasiyetinin bazı maddelerine bakalım. Necip Fazıl şöyle diyor:
"... Fikir ve duyguda vasiyete lüzum görmüyorum.Bu bahiste bütün eserlerim, her kelime, cümle, mısra ve topyekün ifade tarzım vasiyettir. Eğer bu kamusluk bütününü tek ve minicik bir daire içinde toplamak gerekirse söylenecek söz "Allah ve Resulü; başka hiç bir şey hiç ve bâtıl" demekten ibarettir.
"... Nasıl, nerede ve ne şekilde öleceğimi Allah bilir, Fakat imkan aleminde en küçük pay bulundukça, biricik dileğim, Ankara'da Bağlum Nahiyesindeki yalçın mezarlıkta, Şeyhimin civarına defnedilmektir. Elden gelen yapılsın...
"... Cenazeme çiçek ve bando muzika gönderecek makam ve şahıslara uzaklığımız ve kimsenin böyle bir zahmete girişmeyeceği malum... Fakat bu hususta bir muziplik zuhur edecek olursa, ne yapılmak gerektiği de beni sevenlerce malum... Çiçekler çamura ve bando yüzgeri koğuşuna...
"... Cenazemde, namazıma durmayacaklardan hiç kimseyi istemiyorum! Ne de, kim olursa olsun, kadın... Ve bilhassa, ölüm simsarı cinsinden imam!... Ve "bid'at" belirtici hiçbir şey!... Başucumda ne nutuk, ne şamata, ne medh, ne şu, ne bu... Sadece Fatiha ve Kur'an...
"... Allah'ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!.. Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız!
"Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada hatırlayınız!".
Cenaze Merasimi
Necip Fazıl'ın vefatı haberi duyulur duyulmaz, yurdun dört bir tarafından İstanbul'a sefer hazırlığı başlamıştı. Seferiler son seferine çıkan Necip Fazıl'ı uğurlamak için İstanbul'a koşuyordu.
Necip Fazıl teneşirde yıkandıktan sonra enteresan bir hadise olmuştu. Fahri Duran Hoca o anı şu şekilde anlatıyor:
"Cenazeyi yıkadık, havluya kuruladık, kefene sararken yüzüne şöyle bir baktım... Yanaklarından aşağı gözlerinden, diri insan nasıl ağlıyorsa, aynen öyle yaş aktığını gördüm!..
"Kırk yıllık imamım ben! Yüzlerce cenaze yıkadım ben ama, ölü gözünden yaş geldiğine ne daha önce, ne daha sonra hiç rastlamadım. Hatırlamıyorum!" (Üstad Necip Fazıl/104)
26 Mayıs 1983 günü, yani doğduğu tarih olan 26 Mayıs'ta Necip Fazıl'ın cenazesi Fatih Camiine getirilmişti. Mahşeri bir kalabalık refakatinde cenaze namazı kılındı. Tabutu Eyüb Sultana kadar omuzlar üzerinde taşındı.
Tevhid hakikatını haykıran bir dava ve gönül adamı, "Misafirhanede" bıraktığı dostlarından bu şekilde ayrılıyordu.
Kaynak:Meşhurların Son Anları/Burhan Bozgeyik