Osmanlı Dönemi'nden İnsan Hakları Bildirgesi

Osmanlı Dönemi'nden İnsan Hakları Bildirgesi
Osmanlı Dönemi'nden İnsan Hakları Bildirgesi
Kanuni Sultan Süleyman 1389 yılında Kosova savaşı ile fethedilen Arnavutluk'a bağlı Belgrad Bölgesi'nde yaşayan halkın haklarının korunması için,1558 yılında Belgrad Kadısı'na gönderdiği "Ferman"da şöyle buyurmaktadır:
"Devlet askerleri (Sipahiler), biçilmeyip el ile yolunan ottan zorla vergi alırlar imiş, kaldırdım. Askerler ev yakınında bulunan bağ, bahçe ve bostanlardan yemeklik için üretim yapanlardan para almak isterler imiş, almasınlar, yasakladım. Boş yerlere tarla açanlardan, ihya edenlerden vergi alınmasın. Nehir üzerlerindeki dolap ve karaca değirmenler, yeni yapılmış olsalar dahi fazla vergi alınmasın. Askerler, tarla ürünlerini satmak için, halka pazar yerine götürmelerini isterler imiş, pazara götürülmesin, teklif dahi edilmesin. Askerler 'boyunduruk hakkı' diye vergi almasınlar. Askerler savaşa gitseler, geride kalan mallarını köy halkından güvenilir adamlar korusunlar. Yeni evlenen askerlerden 'gerdek hakkı' diye vergi alınır imiş, bundan böyle alınmasın. Savaş esnasında bile askerler eve girip arı kovanlarına dokunmasınlar. Ve yerleştiği yerde, evleri önünde, sancakları altında kendi geçimleri için ürettikleri arı kovanından dahi vergi alırlar imiş. Onu dahi göresin. Başka kovanlık olmayıp, evleri yanında ve sancakları altında olan kovandan dahi vergi aldırmayasın. Kovan hakkı bahanesi ile askerler savaş esnasında bile bu bahaneyle evlere girmekten men eylensin. Bu husus için şikayet ettirmeyesin."

Maymunların İdamı

Osmanlı Türklerinin maymunları donanmada görevlendirdikleri, bu hayvanları gemilerin serenlerine çıkartmak suretiyle gözcülük yaptırdıkları eskiden beri bilinmektedir. Akdeniz'i Türk gölü haline getiren Osmanlılar, özellikle II. Bayezit'ten sonra gemicilik sanatıyla, deniz seferlerinin incelikleriyle daha fazla meşgul oldular. Bu arada, uzağı görme yeteneği son derece gelişmiş olan eğitimli maymunlardan yararlanma yoluna gidilmişti. Kısaca söylemek gerekirse, ünlü denizcilerimiz maymunları birer dürbün veya teleskop gibi kullanıyorlardı. Kuzey Afrika'dan getirilen iri maymunları Gelibolu ve İstanbul tersanelerinde bir güzel eğittikten sonra, savaş gemilerinde gözcü olarak görevlendiriyorlardı. İşte böyle ciddi bir şekilde terbiye edilen gözcü maymunlar gemilerin serenlerine ve cundalarına çıkıyorlar, ufukları gözetliyorlar, engin denizlerde kendilerine doğru yanaşmakta olan bir gemi görünce, kendilerine özgü yöntemlerle derhal aşağıya haber verip gerekli önlemlerin alınmasına vesile oluyorlardı...
Eski İstanbul'da yelken, halat, makara, zift, varil... Kısacası bütün gemici ihtiyaçlarının satıldığı yer Galata'da, iki köprü başı arasındaki saha idi. Gazi köprüsü başında, Sokollu Mehmet Paşa Camii (Azapkapısı Camii) civarında da bir sıra maymuncu dükkanı vardı; burada tersane gemileri ve tüccar gemileri için eğitimli maymunlar satılırdı. III. Murat'ın hocası olup daha sonra da Rumeli Kazaskerliği yapan Molla Abdülkerim Efendi gayet tutucu, sinirli, her aklına geleni yapan, padişah üzerindeki nüfüzuna dayanarak hiç kimseden korkmayan bir adamdı. Güzel konuşur, camilerde vaaz ettiği zaman dinleyicileri çok memnun ederdi. Bir gün, bu hoca bir kitapta "maymun cinselliğe alet olur" diye bir yazı okumuş, sinirinden ateş kesilmişti. Hemen arkasına binlerce insan toplayarak Azapkapısı Çarşısı'na gitmiş, maymuncu dükkanlarını basmış, ne kadar maymun varsa yakalatıp hayvancıkları oradaki ağaçlara astırarak idam ettirmişti. Bu olaydan sonra hocaya da "Maymunkeş İmam" lakabı takılmıştı.

Çadırı Başına Yıkılan Sadrazam

Osmanlı imparatorları bir sefer sırasında hareketlerinden memnun olmadıkları sadrazamı çadırını başına yıktırmak suretiyle azlederlerdi. Bu çeşit azli ilk defa uygulayan Fatih Sultan Mehmet’dir. Fatih, Karaman seferi sırasında Sadrazam Mahmut Paşa’yı (İstanbul’da bu adla anılan cami, hamam ve çarşıyı yaptıran Mahmut Paşa budur) çadırını başına yıktırarak azlettirmiştir. Bazı kaynaklar bu gözden düşmeye, Mahmut Paşa aleyhine çevrilen entrikaların sebep olduğunu kaydeder.
Çadırı başına yıkılarak azledilen bir başka sadrazam da Hersekzâde Ahmed Paşa’dır. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran dönüşünde, Amasya civarında, halkın yeniçerilerin yağmacılığından şikâyeti üzerine gazaba gelen padişah, Sadrazam Hersekzâde ile Vezir Dukakinoğlu Ahmed Paşa’yı, çadırlarını başlarına yıktırarak azletmiştir. Ahmet Paşa bu olaydan altı ay kadar sonra idam edilmiştir.
Çadırın direklerini söktürerek yıktırmanın iktidardan düşme alâmeti olması, İslâm’dan önceki zamanlardan kalma bir Türk âdetidir.

Galatasaray Lisesi

Galatasaray Lisesi Türkiye’de kuruluş tarihi en eski olan okuldur. Temeli Fatih Sultan Mehmet’in oğlu II. Sultan Bayezit tarafından atılmıştı. Rivayet edilir ki:
O zamanlar, Galata’nın arkasındaki sırtlar, yani Beyoğlu, muazzam bir ormanla kaplı bir kırlıktır. Avcıların gezip dolaştığı yerlerdendir. Bir kış günü Sultan Bayezit da oralarda avlanmağa çıkar. Bugünkü Boğazkesen Caddesi’nin geçtiği vadide tipiye tutulur. Sığınacak bir yer ararken gözüne bacasından duman tüten bir kulübe ilişir ve hemen oraya at sürüp kapısını çalar... Kapıyı beyaz sakallı, yüzü nurlu bir ihtiyar açar, “Buyurun padişahım!” der. Sultan Bayezit içeriye girer. Girer ama şaşırır kalır; kulübenin içi gül saksılarıyla doludur. Fidanların hepsinde taze taze güller açmıştır. Padişah ile münzevi derviş saatlerce sohbet ederler. Sultan Bayezit kalkacağı sırada: “Gül Baba! Benden ne istersin?” deyince münzevi de: “Padişahım, burada bir mektep yaptır. Bu mektepte okuyup yetişenleri de devlet hizmetinde kullan” cevabını vermiş. Saraya dönen Padişah hemen emir vermiş. Orada şu kadar bin dönümlük arazinin etrafına duvar çekilmiş. İçinde iki yüz çocuğun okuyabileceği üç koğuşlu bir okul yaptırmış. Okula bir camii, her koğuşa birer hamam, çocukların başındaki amirler için daireler yapılmış. Farsça, Arapça, okuma-yazma, musiki hocaları tayin edilmiş. Bu arada Gül Baba da bu yatılı okulun elifba hocası olmuş...

Yapımı 67 Yıl Süren Camii

İstanbul'un sembolü olan eserlerden Yeni Cami'nin temelleri Ağustos 1597 tarihinde atıldı. Arazi denize yakın olduğu için gece gündüz, sekiz ay boyunca temellerindeki sular çekildi. Cami inşaatı devam ederken 1603 tarihinde III. Mehmet öldü. Camiyi yaptırmaya karar veren Valide Safiye Sultan gücünü kaybettiği için, caminin yapımına yıllarca ara verildi. Bu ara 1660 yılında caminin yeniden başlayan inşaatı devam ederken oldukça uzun süren, büyük bir yangın çıktı. Hasbahçe'den Unkapanı'na kadar olan yerler yandı. Yangında cami de zarar gördü. Padişah IV. Mehmet'in annesi Valide Turhan Sultan cami etrafında yanan evlerin arsalarını alarak çarşı ve pazar yaptırdı.
Caminin yapımı 1663 yılında tamamlandı. Böylece Sultan Ahmet Cami'nden önce yapımına başlanan eser Sultan Ahmet Cami'nden yıllar sonra tamamlanabildi. Cami Safiye Sultan tarafından yaptırılmaya başlandı. Fakat Valide Turhan Sultan zamanında tamamlandı. Bu nedenle camiye "Valide Sultan Camisi" de denmekteydi. Valide Sultanlar tarafından birçok yerde yaptırılan camilerden ayrılması için bu camiye "Yeni Valide Sultan Camisi" denmiştir. Zamanla yalnızca "Yeni Cami" olarak anılmaya başlandı.

Yavuz Sultan Selim'in Mührü

Yavuz Sultan Selim'in Mührü | Topkapı Sarayı Hazine Dairesi
Mührün ortasında Sultan Selim Şah yazısı, bu yazının etrafında da “Yalnız Allah’a güvenirim” mealindeki ibare yer alıyor. Kırmızı akik taşından olan bu mühür, hazine kethüdasında bulunurdu.
Hazine, en parlak dönemini Fatih Sultan Mehmet’in torunu Yavuz Sultan Selim döneminde yaşamış. Gerek Çaldıran, gerekse Mısır seferlerinden getirilen ganimetlerle tıka basa dolmuş, taşanlar da Yedikule Mahzenleri’ne aktarılmış.
Yavuz’un, “Benim altınla doldurduğum hazineyi, benden sonra gelenlerden her kim mangırla doldurursa, hazine onun mührüyle mühürlensin ve illâ benim mührümle mühürlenmekte devam olunsun” yolundaki emri gereği Enderun Hazinesi’nin dış kapısı, saray müze oluncaya kadar bu şekilde mühürlenmiş.
Yavuz Sultan Selim'in Mührü

Kanuni'nin Kılıcı'nın Gizemi

Kanuni Sultan Süleyman Han Hazretleri'nin bir kılıcının kabza kısmında hamsi sembolü vardır.Çünkü kendisi Trabzon doğumludur.

OSMANLI SARIKLI ZUHAF ALAYI

OSMANLI SARIKLI ZUHAF ALAYI, 1891
(Kırmızı işlemeli mavi cepkenli, kırmızı potur ve fes üzerine dolanmış yeşil-mavi sarıklarıyla Yemen, Hicaz, Bağdad ve Trabluslu Araplardan oluşan sarıklı Zuhaf Alayı)
OSMANLI SARIKLI ZUHAF ALAYI
OSMANLI SARIKLI ZUHAF ALAYI

Orhan Gâzi'nin oğlu Murad Bey'e Nasihati

   Orhan Gâzi'nin oğlu Murad Bey'in(Hüdâvendigâr) Rumeli'de Akıncı beylerinin başına geçerek Edirne'yi fethi Orhan Gâzi'nin ruhunu rahatlattı.
Nice yılların verdiği sıkıntı ve üzüntünün baskısıyla bunalan bedeni ise günden güne kuvvetten düşüyordu.Son demlerine yaklaştığını hissediyordu. Gözünün nuru saltanatının direği Murad'ını bir kez daha huzuruna çağırdı. 
Murad Han din yoluna dövüşenlerin sultanı babasını ziyaret için acele Bursa'ya döndü. Gün görmüş ömür sürmüş babasının tatlı gülüşlerle parıldayan güzel yüzüne muhabbetle baktı.
Hasretle kucaklaştılar. Sonra Orhan Gazi Osmanlı soyunun törelerinden olan vasiyetlerini bir bir hatırlattı. İyi huylu şehzadeyi adalet doğruluk iyilik ve dürüstlük yoluna yönelterek şu güzel sözleri söyledi;
" Ey bağlarımın tatlı meyvesi olan Oğul! Saltanatına mağrur olma. Unutma ki dünya, Hazret-i Süleyman’a kalmamıştır. Unutma ki, dünya saltanatı geçicidir. Lakin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamberimizin aleyhisselam şefaatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir! Dünyaya ahiret ölçüsüyle bakarsan; ebedi saadeti feda etmeye değmediğini göreceksin.
Oğul! Gözün daima dini yüceltmede olsun. Resulullahın yolunu yoldaş edin. Rehberini Din-i islamiyet’i iyi bilenler ve uygulayanlardan seç. Gücünü kuvvetini cihat yolunda harca. Adını Gâzi Murad olarak yazdır. Dinin desteği olan sancağımı dalgalandır.
Kuran-ı kerimin hükmünden ayrılma! Adâletle hükmet! Gâzileri gözet! Dine hizmet edenlere hizmeti şeref say! Fakirleri doyur! Zalimleri cezalandırmakta tereddüt gösterme! Adâletin en kötüsü geç tecelli edenidir. Sonunda hüküm isabetli bile olsa, geciken adâlet zulümdür!
Oğul, biz yolun sonuna geldik. Sen daha başındasın. Cenab-ı Mevla saltanatını mübarek kılsın."

Eyyubîler Devleti


Eyyubiler
Eyyubî Devleti
Eyyubiler Devleti veya Eyyubiler , Fatımiler Devleti'nin eski komutanı ve veziri olan Selahaddin Eyyubi'nin kurduğu Kürd kökenli hanedanın egemen olduğu Mısır'daki devleti'nin adıdır.

Siyasi Tarih 

Vezirliği döneminde sözünü tutmayarak Haçlılarla anlaşan Halife Adid'i devirerek Fatımi Devleti'ne son verdi (1171) ve burada güçlü bir devlet kurdu.

Haçlılarla uzun süren mücadeleler yaptı. Onlara karşı İslam'ın geçilmez kalesi oldu. Kudüs'ü alarak tekrar İslamiyete kazandırdı. Fetihten sonra, katliam beklentisi içinde olan gayrimüslimlere gösterdiği engin hoşgörü ve benzeri insanî özellikler ile büyük takdir kazandı. İslam dünyasında bir efsane hâline geldi (1187, Hittin Savaşı).

Selâhaddin'in kurduğu devlet, babasının adından dolayı Eyyûbîler olarâk anıldı. Eyyûbîler Devleti'nin sınırları kısa sürede Mısır, Suriye, Güneydoğu Anadolu ve Arabistan'ın güneyine kadar genişledi. Ancak Hanedanın son sultanı olan el-Salih Necmeddin Eyyub'ın karısı Şecer-üd-Dürr'ün ihaneti ile mısır'daki bahr-i memlük komutanlarından Aybeg tarafından yıkıldı ve yerine Memlûkler devleti kuruldu (1250). Hama kolu ise 1348'e kadar varlığını devam ettirmiştir

Selahaddin Eyyubi ve Haçlılar

1171’de Fatimilere son veren Selahaddin Eyyubi, Mısır'da hutbeyi yeniden Abbasi halifesi adına okutmuş ve Mısırda sünniliği yeniden başlatmıştır. 1174’de kendi adına hutbe okutarak devletin başına geçti. İlk iş olarak Zengileri kendi topraklarına bağladı. Suriye, Filistin, Hicaz, Ürdün, Yemen, Güneydoğu Anadoluyu egemenliği altına aldı. 1177 yılında Montgisard Muharebesinde Kudüs kralı IV. Baldwin'e yenildi.

1187 yılında Hittin Savaşı'nda Haçlıları yenilgiye uğratarak Kudüs'ü Haçlılardan geri aldı. 1188 yılında Selahaddin, Antakya Prensliği'ne (Haçlı Kontluğu) karşı sefere çıkmıştır. Bu bölgede birçok kaleyi ele geçirdi.

1189 yılı başlarında Üçüncü Haçlı seferi Papa tarafından başlatılmıştı. Bu sefere daha önce Hittin Savaşına katılan Haçlılardan başka İngiliz, Fransız, Alman ve Sicilya içinde olduğu devletlerin oluşturduğu donanmaları ve kara kuvvetleri haçlılara katıldılar. Selahaddin bütün Müslümanlardan yardım istedi fakat çok azı bu yardıma cevap verdi. Artık her iki tarafın askerleri de savaşın bitmesini istiyorlardı. Bunun üzerine anlaşmaya karar verildi. 1 Eylül 1192 tarihinden geçerli olmak üzere 3 yıl 8 ay karada ve denizde geçerli olacak bir anlaşma imzalandı.

Bu anlaşma ile Yafa ile Sur arasındaki dar sahil şeridi Haçlılar'ın elinde kalıyor, diğer fethedilen yerler müslümanların oluyordu. Bu zaman zarfında Ortadoğu'daki Haçlı varlığının belini kırmış, onu asla eski gücüne kavuşamayacağı hale getirmişti. Sultan 4 Mart 1193 günü Şam'da öldü. Ölümü üzerine dört oğlu kendi aralarında mücadeleye başladı. Selahaddin Eyyubi, bütün bu işlerin dışında Haşhaşiler/Batınilik meselesi ile de uğraştı.

Oğulları arasındaki mücadele Mısır'da isyan çıkmasına neden oldu. Abbasi Halifesi'nin yardım amaçlı gönderdiği Memluk askerleri yönetimi ele geçirdi. Bundan sonra İslam Dünyası'nda Memlukler egemen olmaya başladı.

Hükumdarlar 

1. Selahaddin (1169 -1193)
2. Aziz (1193 - 1198)
3. Mansur (1198 - 1200)
4. I. Adil (1200 - 1218)
5. Kamil (1218 -1238)
6. II. Adil (1238 - 1240)
7. Salih (1240 - 1249)
8. Turanşah (1249 - 1250)

Sultan II Abdulhamid Cuma Selamlığı

1890 Sultan II Abdulhamid Cuma Selamlığı

Ulubatlı Hasan Kimdir?

Ulubatlı Hasan Kimdir?
Ulubatlı Hasan Kimdir?
Uluabatlı Hasan, İstanbul fethedilirken surlara ilk önce çıkan ve Türk bayrağını surların üzerine ilk diken askerdir. Otuz kadar arkadaşıyla beraber Topkapı surlarına tırmanmıştır. On sekiz arkadaşı çıkmaya çalışırken öldürülmüş, en yüksek yere çıktığı zaman da takımında yalnız o kalmıştır. Bayrağı dikmeyi başarmış ancak ne var ki, ilk önce bacağının dizden aşağısını vücudundan ayıran kılıç darbeleri, Bizans askerlerinin taş ve ok yağmuru onu şehit etmiştir.
Fetihten 2 gece önce, Otağ-ı Hümayün (Padişah Çadırı) da padişah çok güzel bir dua etmiştir. Dışarıdan bir "Amin" sesi gelmiştir. Bunun üzerine II. Mehmed "Amin" diyen kişinin bulunmasını istemiştir. Bulunan kişi Ulubatlı Hasan'dır. Neden Otağ-ı Hümayün'e bu kadar yakında olduğu sorulunca, ilk saldıranlar arasında olmak istediğini ama kumandanının izin vermediğini söylemiş. Padişahın izni ile en ön safa geçmiş ve en ön saflarda yer alıp kahramanca savaşmıştır.

Mirîalem Ahmed Ağa

Mirîalem Ahmed Ağa
Mirîalem Ahmed Ağa
Mirîalem Ahmed Ağa, muasırlarının tabiri ile “Âdem Ejderhası” idi, “her bir kolu bir çınar dalı” idi.
Mîrialem Ahmed Ağa… “Nererede o eski sporcular!“ dedirtecek cinsten sıradışı sporcu, Türk okçuluk tarihinin en büyük üç Türk kemankeşinden biri kabul edilir. Geleceğin “Muhteşem Süleyman“ının şehzadelik yaptığı yıllarda keşfedilen bu Boşnak asıllı delikanlı, Manisa Sarayı`na içoğlanı olarak alınıp istidatlarının çiçek açması için zemin hazırlanır. Devrin en revaçta sporlarından biri olan okçuluğa oldukça meraklı biri olan Ahmed Ağa`nın acı kuvveti hakkında tarihi kaynaklarda birçok ilginç rivayet vardır:
Çocuk denecek yaşta, odun yüklü bir eşeği bacaklarından tutarak havaya kaldıran genç Ahmed,ayrıca üç yaşındaki deve göçeğinin altına girip rahatça dolaştırırmış.
Bunun yanında iki koyunu, iki elinin serçe parmaklarına geçirip hayvanlar yüzülünceye kadar havada tuttuğu da kaynaklarda yer almaktadır.
Doğuştan sportmen bir yaratılışa sahip bu çelik-çavak genç,ata binerken, hayvan ne kadar yüksek olursa olsun üzengisine basmadan atın üstüne rahatça sıçrayarak görenleri hayretler içinde bırakır.
İstanbul`da, saray üniversitesi olan Enderun`a kabul edilen bu yiğit delikanlı, bu arada Kanunî Sultan Süleyman ile Rodos şövalyelerinin elindeki Rodos adasının fethinde (1522) iştirak eder.
Bu zorlu fetih sırasında birer kantarlık (56,45 kg) gülleleri kaleden içeri fırlatması herkesi hayret içinde bırakır. Enderun`da bulunduğu yıllarda Ok Meydanı atıcılar şeyhine müracaat edip bir `kabza talibi` olarak lisans alarak bir üstad eşliğinde antremanlara başlar.
Fizikî ve teknik gelişimle birlikte moral değerlerle pişirilen Ahmed Ağa, ilk defa Edirne`de kendini gösterme fırsatı bulur. Onca namlı kemankeş arasında Lodos istikametine olanca gücüyle yayına asılır (uzun mesafe atışlarında yarışlar rüzgar istikametine göre, yıldız, lodos ve gündoğusu şeklinde yapılırdı). Ve bu atış ona ilk rekorunu getirir. Geleneğe göre, sporcuyu teşvik ve adını ebedileştirmek için rekor kıran atıcının okunun düştüğü yere, atıcının adını ve tarihini belirten mermer bir sütun dikildiğinden, Ahmed Ağa`nın adına da Sarayönü Ağaç Ok Menzili`nde bir menzil taşı dikilir. Artık o rekoru bir âbide ile tescillenmiş bir namlı bir kemankeştir.
Muhteşem Kanunî`nin Ok Meydanı`nı ziyaret ettiği bir gün sohbet sırasında, Bursalı Şüca`nın Lodos`taki menzilinin 10 yıldan beri atılmadığını (rekorunun kırılmadığını) söylenince, Sultan derhal Ahmed Ağa`yı saraydan çağırtır ve bu rekoru kırmanı talep eder. Ahmed Ağa zorlardan zor bir talep ile karşı karşıyadır. Ama kendisine her daim hâmilik eden Padişahını mahçup etmemek için bu menzilde tam yedi yıl çalışır. Tarihler 1532`yi gösterdiğinde, kendi yaptığı özel ağaç pişrev okunu, Edirne`li Usta Ali`nin yayına takar ve Yaradan`a sığınarak fırlatır. Yedi uzun yılın emeğinin karşılığı olarak Bursalı Şüca`dan 27.5 gez (1 gez 66 cm) aşırı atıp okunu 1271 geze düşürerek tarihi bir rekora imza atar.
Bu büyük başarıdan dolayı da görkemli bir ziyafetle zaferin anısına taşı dikilir okçusuna, yaycısına cömertce ödüller bahşolunur. Kendisine de söz verildiği gibi Gelibolu kaptanlığı ihsan olunur.
Ve yine bu rekor koleksiyoncusu, Tozkoparan İskender`in bile başaramadığını başarıp spor tarihine eşsiz bir imza atmasına rağmen, `Bu Lodos menzili bana yeter` diyerek diğer bütün rekor taşlarını söktürür.
Hayatını başarılar ile süsleyen bu büyük kemankeş, şakaklarında ihtiyarlık işaretleriyle birlikte Kabe-i Muazzama`nın yolunu tutarak Hacc vazifesini yerine getirir. Ardından da dünyadan elini eteğini çeker. Yaşı yetmişine merdiven dayamış bu bu büyük kemankeş, günün birinde bir iş için yıllarının geçtiği Bayezit Camii arkasındaki Okçular Çarşısı`na yolu düşer. Eski dostları ile sohbet ederken söz arasında biri `Pehlivan artık kocadınız` diye takılma gafletinde bulunur. Sen misin bunu söyleyen! Bu söz, bir zamanlar serçe parmağıyla koyun kaldıran ihtiyar delikanlının çok ağırına gider. Ve hemen atına bindiği gibi çarşının kapısının önüne gelir ve elleriyle kemer demirine yapışır ve ayakları ile de atın karnını sıkıp kendini at ile beraber yukarı çekiverir.
Acı kuvveti ve spor ahlakıyla bugünün gençlerine birçok mesajlar veren Kemankeş Ahmed Paşa 1550`de Gelibolu`da Hakk`ın rahmetine kavuştur. Yolunuz İstanbul Şemsi Molla Camii`ne düşerse çıkışta caminin haziresine şöyle bir dolanıp bu güzel insanı Fatihalamayı unutmayın sakın.

Türk Alfabesi

Türk Alfabesi, diğer adıyla Orhun Alfabesi, tarihin bilinen en eski alfabesi olma özelliğini taşır. Tarih kaynaklarında izine sıkça rastlanan bu alfabe yoğun olarak Moğolistan, Kazakistan, Çin coğrafyasında görülmesinin yanında İskandinav ve Latin ülkelerinde, hatta Roma dönemindeki kalıntılarda da görülmektedir. 

Antik Türk Alfabesi nin bu denli geniş bir coğrafyada görünüyor olması bir tesadüf ya da yanılgı değil bilakis bu köklü alfabenin tarihin en eski devirlerinden bu yana kullanılıyor olması ve bu yazıyı kullanan toplumların kendi kültürlerini göç ettikleri coğrafyalara da taşımış olmasından kaynaklanmaktadır.


Türk Alfabesi



Antik Türk Alfabesinin kökenine indiğimizde karşımıza ilk olarak Göktürk döneminde yazılmış Orhun abideleri çıkacaktır. Bu yazıtlar Göktürk ve Uygur Devletleri döneminde bilge kişilerce yazılmış, daha çok hükümdarlar ve ülkenin geçmişi hakkında bilgiler içeren kitabe şeklindeki yazılardır. Bu yazıtlar M.s. 550’li yıllarda yazılmış, günümüze kadar orijinal halleriyle okunabilecek şekilde bulunur durumdadır. 

Orhun abidelerinde karşımıza çıkan Türk Alfabesi, daha eski dönemlere gidildiğinde Kurgan adı verilen anıt mezarlarda silah ve eşyalar üzerine yazılmış haliyle de karşımıza çıkarlar. Ölümden sonra hayata inanan Türk toplumları, ölülerine çok önem verirler ve önde gelen devlet büyüklerine anıt mezarlar yaparak bu mezarın içerisine sevdikleri eşyaları koyarlar. Yapılan pek çok arkeolojik çalışmada Kurgan mezarlarındaki eşyaların üzerine işlenmiş Antik Türk Alfabesiyle karşılaşmaktayız. 

Tarihin daha eski dönemlerine gittiğimizde "Antik Türk Alfabesi" ne Roma döneminde rastlayabiliyoruz. Roma Medeniyetinin kurulduğu dönemlerde Roma Harfleri olarak gördüğümüz Alfabe’nin kökeni ile ilgili yapılan çalışmalarda bu yazının “FUTHARK” adı verilen biz yazıta dayandırıldığını görüyoruz. Yapılan etimolojik çalışmalarla bu yazının Asya’da karşımıza çıkan Orhun Alfabeleriyle aynı sistem ve grafik detaylarla yazıldığı bilim dünyasınca kanıksanmış bir gerçek olarak karşımızda durur. Zira bu yazının Roma yarım adasına bir Türk Toplumu olan Etrüksler tarafından getirildiği bilimsel olarak doğrulanmış bir tezdir. 

Roma dönemine paralel olarak, özellikle İskandinav ülkelerinde gerçekleştirilen kazılarda ortaya çıkan eşyaların üzerinde de aynı Antik Türk Alfabesinin izlerine rastlıyoruz. Kafkas/Hazar bölgesinden göç eden toplumlarca Avrupa kıtasına taşındığı düşünülen bu yazı kuralı, etimolojik çalışmalarla Türk Alfabesine dayandırılmakta ve bilimsel olarak kabul görmektedir. 

Türk Alfabesinin kökenine indikçe şaşırtıcı bilgiler ortaya çıkmaktadır. Zira Türk Alfabesi olarak karşımıza çıkan Runik alfabenin Sümer Döneminde kullanılan Dünyanın İlk Alfabesiyle büyük ölçekte benzeşmesi şaşırtıcıdır. Bilimsel çevrelerce Sümer Yazıtlarından evrilerek oluştuğu kabul edilen Türk Alfabesinin kökeni, Türklerin kökeninde olduğu gibi Sümer Medeniyetine dayanmaktadır. 

İnsanoğlunun yazıyı bulma serüveni önce Resim Çizme merakıyla ortaya çıkmıştır. Günümüzden 30.000 yıl önce resimler çizmeye başlayan ilk asya insanları, zamanla çizdiği resimlere anlamlar yüklemeye başlamıştı. Önceleri amaç olan resim, sonraları anlamları ifade etmek için birer araç olarak kullanılmaya başlandı ve semboller haline gelerek okunması amaçlanarak gelişti. Bu gelişim zamanla resimleri sembollere, sembolleri ses anonslarına, bu anonsları da harflere çevirerek alfabe haline getirdi. 

Tarihi bu ilk alfabesi tarih serüveni içerisinde önce Asya İnsanları, sonra Sümerliler, sonra da Asyaya göç eden İlk Türkler tarafından sahiplenilerek günümüze kadar ulaştırıldı. Doğuda Runik (Orhun Alfabesi) olarak varlığını devam ettiren bu yazı tekniği batıda Latin Alfabesi olarak karşımıza çıkmaktadır. 
Kaynak:www.turktarihim.com

Mimarinin Efendisi:Mimar Sinan

1950–60 arası bir tarihte inşaat mühendisi, mimar ve jeofizikçilerden oluşan bir Japon heyeti Türkiye’ye gelmiş.
Heyet İmar ve İskan Bakanlığı’ndan izin alarak ülkemizdeki tarihi yapıları incelemeye başlamış Ayasofya yı, Yerebatan Sarnıcını filan gezdikten sonra sıra Sinan' in kalfalık eseri Süleymaniye Camisi'yle Sinan’ın öğrencisi Mimar Davut Ağa’nın eseri Sultanahmet Camisi'ne gelmiş Japonlar bu camiler üzerinde günlerce inceleme yapmışlar Her geçen gün şaşkınlıkları daha da artıyormuş Çünkü Japonlar daha ilk incelemede camilerin gevşek bir zemin üzerine inşa edildiğini anlamışlar.

Ama bunca yıl, bu camilerde bir çatlak dahi olmamasına akil sır erdirememişler Bunun üzerine Türkiye programının gerisini tamamen iptal edip, bu iki cami üzerine yoğunlaşmışlar.
Araştırmalarının sonucunda herhangi bir sarsıntı sırasında bu iki caminin sabitlenmediğini aksine yerinde oynayarak yıkılmaktan kurtulabildiği ortaya çıkmış Minareleri incelediklerinde ise dumurları ikiye katlanmış Minarelerin çok daha gelişmiş bir raylı sistem mekanizması üzerine oturtulduğunu ve her yöne yaklaşık 5 derece yatabildiğini görmüşler Daha derin araştırma yapmak için Edirne'ye, Sinan’ın ustalık eseri Selimiye Camisi'ne gitmişler Oradaki olağanüstü sistemleri görünce iyice dumur olmuşlar.
Selimiye'nin tüm sırlarını aylarını harcayarak çözmüşler Japonya'ya döndüklerinde ise Sinan’ın sırlarını uygulamaya sokarak şehirlerini Sinan’ın kullandığı sistemlerle kurup muazzam gökdelenler dikmişlerYani su an gelişmiş ülkelerin gökdelen yapımında kullanıldıkları çoğu sistem, yüzyıllar önce Sinan’ın geliştirdiği mekanizmalarmış.
Selim'in dehasına bir dip not olarak; Tac Mahal’in mimarı Mehmet Efendi Mimar Sinan’ın
öğrencisidir.

Kaşıkçı Elması

Kaşıkçı elması
Kaşıkçı Elması
Kaşıkçı Elması 86 karat olup çevresinde çift sıra 49 tane elmas ile bezenmiştir ve dünyada çok bilinen 22 elmas arasındadır. Topkapı Sarayı müzesinde sergilenmektedir.
1699 yılında İstanbul'da Eğrikapı çöplüğünde dolaşan baldırı çıplak takımından bir kaşıkçının bulması nedeniyle elmasın adının buradan geldiği yönündedir. Kaşıkçı, bu taşı bir kuyumcuya 10 akçaya satar. Kuyumcu taşı arkadaşlarından birine gösterir; kıymetli bir elmas olduğu anlaşılınca sus payı ister. Aralarında kavga çıkar. Mesele Kuyumcubaşıya akseder. Kuyumcubaşı kavgacıların eline birer kese akçe vererek taşı alır. Fakat bu sefer de olayı sadrazam Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa duyar, taşı kendisi için satın almaya hazırlanırken, mesele Padişaha akseder. IV. Mehmet (Avcı Mehmet) bir Hattı Hümayun ile elması Sarayı Hümayuna getirtir ve Saray elmastraşına verilir. Eğrikapı çöplüğünde bulunan taş işlenince meydana 86 karatlık nadide bir elmas çıkar. Kuyumcubaşıya Kapıcıbaşılık rütbesiyle bir kese bahşiş ihsan olunur.

Kaşıkçı Elması'nın çevresini iki sıra 49 adet pırlanta kuşatmaktadır. Bu haliyle elmas, yıldızların ortasında pırıl pırıl parlayıp gökyüzünü aydınlatan bir dolunayı andırır.
1 cm3 elmasın kütlesi 3.5 gr veya 17.5 karattır. Kaşıkçı elmasının büyüklüğü 86/17.5 = 4.91 cm3 kadardır.

Şehzade Bayezid Olayı (1558-1561)

Şehzade Bayezid Olayı

Şehzade Bayezid’den Kanuni Sultan Süleyman’a Tehdit Mektupları
Sancağı değiştirilip Amasya Sancağına tayin edilen Şehzade Bayezid, Amasya’ya yolculuğu sırasında gayet yavaş davranıyordu. Bayezid Ankara’ya vardığında, Anadolu Beylerbeyi Cenabi Ahmed Paşa tarafından iyi bir şekilde karşılandı. O, Ankara’ya kadar gittiği halde, Selim Hala Bursa’da idi. Bu vaziyet karşısında Ankara’dan ileri gitmemek, hiç olmazsa kışı orada geçirmek isteyen Bayezid, babasına yeni ilavelerle isteklerini tekrarladı. Kütahya’dan beri istekleri: Tahsisatını 300.000 akçeden 1 milyona çıkarılması, oğullarından Osman’a Amasya tarafında bir münasip sancak ihsanı, Abdullah ile Mahmud’a 200.000 biner akçelik has tahsisi idi. Bunlara, Amasya’nın kendisine Beylerbeylik payesiyle tevcihini, oğlu Osman’a Çankırı sancağının verilmesini, eski isteklerinden başka 30.000 altın gönderilmesini ilave ediyordu. Amasya’ya doğru yol aldıkça, bilhassa para mevzuu üzerinde duran Bayezid, babasından yeni yeni tahsisatlar talep ediyordu. Kanuni ise oğlunu tatlı sözlerle oyalıyor, beylerbeylik hariç diğer bütün arzularını yerine getireceğini bildiriyordu. Bayezid nihayet avutulduğunun farkına varınca sesini yükseltmeye:
- Sultanım bizi esirgemez, sevmez, istemezsiniz; bizi düşman bilirsiniz. Ah! Ah! Arada ahval vardır. Ki cümle alem acib kalmıştır, Ah! Bikez kaldık; şükür hüdaya. Her kişi şefkati atasından umar, Ah! sizde ise şefkat yoktur; acip musibete uğradık.
Diye mektuplar yazmaktaydı. Kanuni, vaatlerini yerine getirmek için, Bayezid’in Amasya’ya vasıl olup sarayına girmesini şart koşuyordu. Lakin 21 Aralıkta Amasya’ya varışından sonra da beklediklerini bulamayınca, babasına karşı sesini perde perde yükselterek, onu yalancılıkla itham edip , Amasya’da durmayacağını beyan edecek derecede sert mektuplar yazdı. Böyle mektupların birinde:
- Heman bir garez hileniz vardır. Hem dirsiz, garez yok deyu; mert olan yalan söylemez. Haşa ki sultanımdan yalan gele! Eğer isteklerimden eksik virirseniz, benim muradım üzere teselli etmezseniz, vallah billah rızanız üzre olmazam. Amasya’da durmazam, sonra günah bende olmaz. Siz her nesneyi bilmezlikten gelürsüz, amma ki ilde söz çoktur.
diyordu. Başka bir mektubunda da:
- Ben sultanımın sözüne itimat eyledim, Enguri (Ankara) den geldim idi. Bilmez idim ki böyle ahdinize yalan olacağınızı! Padişah-ı Alemsiniz, siz böyle yalan söyleyince, ya biz şimdiden geru hangi sözünüze inanalım?
diye ithamını fazlaca ileri götürüyordu. Bayezid’in bu kadar ağır konuşmasının sebebi; aldatıldığını anlaması kadar, istediğin külliyetli miktarda parayı ve sahir şeyleri koparabilmek endişesinden ileri geliyordu. Bayezid’in babasına yazdığı mektuplardaki ifadeler, artık ricave yalvarma çerçevesinden dışarı çıkmış, tehdit şeklini almıştı. Zaten ilkbaharda tekrar Ankara’ya veya Kütahya’ya naklini istiyor, dileği yerine getirilmediği takdirde:
- VARACAK YERİ BİLÜREM! ZAPT EDECEK HAS DAHİ BULURAM!
gibi sözlerle niyetini açıklamaktan çekinmiyordu. Bayezid, Kütahya’ya naklinde ısrar ettikçe, Kanuni kendisini oyalama siyasetinden vazgeçmiyor, bunun için o da, bir şaşkınlık eseri şeklinde; Kütahya olmadığı takdirde Diyarbakır, Erzurum, Bağdat ve Halep gibi yerlerin beylerbeyliklerine razı olacağını ifade ediyordu. Bayezid için bütün mesele Kütahya’ya yani İstanbul’a yakın yere tekrar dönmekti. Bunu teminden ümidi keser gibi olduğu sırada, babasının aczini yüzüne karşı söylemekten bile geri durmuyor ve Amasya’dan gönderdiği mektupların birinde:
- Sizi aldatmışlar imiş, eğer Müslümanlığın sair ahvalinden dahi habersiz böyle ise memleketin hali haraptır, Allah saklasın.
diyordu. Bayezid dileklerinin yerine getirilmesi için padişah nezdinde tavassutunu temin gayesiyle veziriazam Rüstem Paşaya da mektuplar yazdı. O aralık babasının niyetinin ne olduğunu bildiğini söylüyor ve bunu:
- Böyle bi huzur olup verem ile ölmekten ise, padişah hışmiyle gitmek yeğdür, nihayet şehadet müyesser ola.
sözleri ile emeline vasıl olabilmek için ölümü göze aldığını açıklıyordu.
Şehzade Bayezid’in Ölüm Fermanı
Bayezid’e karşı girişilen hazırlıkların çapı genişleyip, iş, çarpışma safhasına doğru yaklaşınca, Kanuni artık esas maksadın açıklanmasında mahzur görmemişti. Esas maksat ise, Bayezid ile muharebe, daha doğrusu, onun üzerine sefer idi. Fakat Bayezid’in islam, üstelik de padişahın oğlu oluşu, meselenin dini bakımdan da ele alınmasını gerektiriyordu. Hayatta kalan oğullarının küçüğünü, muharebe ederek ortadan kaldırmaya karar vermiş olan Kanuni Süleyman, işin bu cephesini de halletti. Bayezid’i asi ilan edip katline fetva aldı.
Kanuni Süleyman, Bayezid’in katline dair fetva alırken, yalnızca şeyhülislam fetvasıyla da iktifa etmemiş, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri ile bazı müderrislere de, Bayezid’in katlinin vacip olup olmadığını sormuş ve aynı mealde cevaplar almıştır. Kanuni’nin bu husustaki suali ile şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin cevabı şöyledir:
- Bir sultan-ı adilin ebnasından biri, itaatından huruç idüb, bazı kal’aya müstevli olup ve bazı liadın ehline mal salup Cebr ile alup ve asker cem edüp gayri tarikle ref mümkün olmayup kıtale mübaşeret eyleseler, sınup cemiyetleri dağılıncaya değin katilleri şer’an helal olur mu?
Ebussuud Efendi de:
- Elcevab: Helaldir. Nass-ı Kuran-ı azim ile sabit olmuştur, hükm-i şer’idir ve icma-i sehabe-i kiram dahi bunun üzerinedir. Kıtale kaadir olanlar kıtal ile, aciz olanlar kelam-ı hak ile ve hayı dua ile def’i fitne ve fesada sa’y etmek vaciptir.
Şehzade Bayezid ve Şehzade Selim’in Savaşı – Konya Muharebesi ( 30 Mayıs 1559)
Şehzade Bayezid, kardeşi Selim’in kuvvetlerinin artmakta devam ettiğini, Anadolu’daki beylerbeylerine verilen emir neticesi, onların da Selim etrafında birleşmekte olduklarını görünce, kesin bir karar vermenin lüzumuna inandı. Babası, kendisine şefaat etmiyordu. Bu vaziyet karşısında, kuvvete başvurmaktan başka çare göremiyordu. Daha fazla beklediği taktirde, Selim’in karşısında dayanamayacak vaziyete düşecekti.
Bunun için 14 Nisan 1559da 15 bin kişilik kuvvetle Amasya’dan hareket etti. Batı istikametinde ilerleyerek Çorum üzerinden Ankara’ya geldi. Buradan babasına yumuşak edalı bir mektup yazarak, Ankara’ya “bir ay miktarı eğlenmek” için geldiğini ve “kötü bir niyeti olmadığını” bildirdi.
Kanuni Süleyman ise; Bayezid’in Ankara’ya geldiğini duyar duymaz, üçüncü vezir Sokullu Mehmed Paşa ve Rumeli beylerbeyi Mustafa Paşayı iki bin miktar sekbanla alelacele Selim’in yanına yolladı (8 Mayıs 1559). Ayrıca Anadolu’daki beylerbeylerinin de derhal Konya’da toplanmalarını emretti. Böylece Anadolu, Karaman, Maraş ve Sivas beylerbeyleri de askerleri ile Konya yolunu tuttular. Sivas beylerbeyi Ali Paşa, askeri ile Selim’in emrine girince şehrin müdafaasız kalacağı hesaplandığından, Erzurum beylerbeyi Ayas Paşaya, Sivas müdafaasına bakmak üzere Şarki Karahisar beyi Mahmud Beyi Sivas’a göndermesi bildirildi. Selim’e yazılan emirde de, Konya’dan dışarı çıkması, Bayezid’in hücumunu karşılamak üzere müdafaa muharebesi yapması tebliğ edildi.
Selim, babasından adlığı emir neticesi Konya’da müdafaa tedbirleri aldı. Çadırını da şehrin dışındaki “Cembağı” na kurdurdu. Babası kendisini fiilen tuttuğu, askerlerinin miktarı, silahlarının miktar ve kalitesi kardeşinkinden üstün olduğu halde, Selim korkuyordu. Onun için etrafındaki kimseler kendisini teselli edip, cesaretini takviyeye çalışıyorlardı.
Bayezid, babasının kendisini “asi” ilan edip “katline karar verdiğini” Ankara’da iken kesin şekilde öğrenince, kardeşinin hazırlıklarını tamamlamasına fırsat vermeden bastırmak üzere derhal Konya’ya yürüdü. 29 mayıs 1559 da şehre bir konaklık mesafeye kadar geldi. Ertesi gün, yani 30 mayısta muharebe etmek üzere iki tarafın kuvvetleri karşılaştı.
Selim’in beylerbeylerin askerleri ve üstün vasıflı silahlarla teçhiz edilmiş kuvvetleri ile Bayezid’in ekserisi talim terbiye görmemiş, noksan teçhizatlı ve disiplinden mahrum kuvvetleri karşılaştığı zaman, Selim, Lala Mustafa Paşanın tavsiyesiyle şöyle bir muharebe tertibi aldı:
Sağ kola, Anadolu beyberbeyi Cenabi Ahmed Paşa; sol kola Karaman beylerbeyi Ferhad, Maraş beylerbeyi Ali ve Adana hakimi Ramazan zade Piri Mehmed Paşalar geçti. Selim, Lala Paşa ile birlikte merkez de kaldı. Bayezid de buna mukabil tertibini aldıktan sonra çarpışma başladı.
Bayezid, ilk hamlede Selim’in sol kolu üzerine yüklendi. Bu bölümdeki Karaman askeri şehzadenin hücumuna dayanamayarak şehre doğru kaçmaya başladı. O aralık alınan tedbirler sayesinde, bu kaçışmadan doğacak bozgun önlendi. Bayezid ertesi gün Selim’in sol kolu üzerine hücumunu tekrarladı. Lala Mustafa Paşa bu kısma yetişerek vaziyeti düzeltince, Bayezid bu defa sağ kola karşı hücuma geçti. Çok şiddetli bir çarpışma devam ederken, Lala Mustafa Paşa sağ kola da yetişti ve gösterdiği şecaat sayesinde, ağır zayiata uğrayan Bayezid, harbin kaybedildiğini görerek, toplayabildiği kadar kuvvetle muharebe meydanını terk etti. Bayezid’in çekilişi sırasında Selim’in kuvvetleri ilerleyerek bir hayli teçhizat ve mühimmat ele geçirdiler.
Şehzade Bayezid’in İran’a Kaçması
Bayezid, yanında oğlu Orhan olduğu halde mağluben terk ettiği muharebe meydanından süratle Amasya’ya dönerken, selim de ayni süratle zafer müjdesini babasına ulaştırdı. Bunun üzerine Kanuni 5 Haziran 1559 da Rüstem Paşa ile birlikte Üsküdar’a geçip otağı hümayununa girdi.
Bayezid Amasya’ya varınca babasına mektup yazarak affını diledi. Müverrih Ali’nin bildirdiğine göre, bu mektup Lala Mustafa Paşanın adamları tarafından elde edilmişti. Maamafih, Feridun Bey münşeatında dercedilmiş bulunan Kanuni’nin Şah Tahmasp’a yazdığı mektuptaki ifadeden, o sırada, Bayezid’in af talep eden mektuplarından birinin padişahın eline geçtiği anlaşılıyor. Fakat Kanuni Süleyman bir defa asi ilan edip, katline fetva aldığı oğlunu affetmedi. Zaten Üsküdar’da ordugah kurarken Selim’e yazdığı emirde her nerede olursa olsun Bayezid’in ele geçirilmesini bildirmişti. Müverrih Ali’nin bildirdiğine göre, o sırada Selim’e; “ bir akçe dirlikten, beylerbeyliğe, belki vezaret rütbesine varınca, mahal ve münasip gördüğüne mansıplar bevcih edip, evamir-i aliye vermek” salahiyetini tanıdı. O zamana kadar hiçbir şehzade ye bu derce geniş selahiyet tanınmamıştı.
Böyle geniş salahiyetler tanınan ve Bayezid’i yakalaması istenen Selim’in yapacağı ilk iş, şüphesiz, hasmını tamamen ortadan kaldırmaya çalışmaktı. Bunun için daha muharebenin vukuundan önce Konya’ya gitmesi emredilmiş olan vezir Sokullu Mehmed Paşa kendisine mülaki olunca, 13 Haziran da Amasya’ya müteveccihen harekete geçti.
Bayezid’in mutlaka yakalanmasını arzulayan Kanuni Süleyman, oğlunun yalnızca İran’a kaçmasını değil, Arabistan veya Kırım gibi İstanbul’dan uzak Osmanlı topraklarına geçmesini bile önlemek üzere Erzurum, Van, Diyarbakır, Basra, Şam beylerbeylerine, Sinop’tan Trabzon’a kadar sahildeki kadılara ve Kırım hanına hükümler göndererek yolların tutulmasını emretti. Bu kadarlıkla yetinmeyerek Sokullu’ya gönderdiği ayrı bir hükümde asi şehzadesini yakalamakta yararlığı görülecek askerlere ihsan ve terakkiler vadetti.
Konya muharebesinde üstün kuvvetler karşısında bütün talihi alt üst olmuş bulunan Bayezid ise, sonra bir ümit halinde af dilemek üzere adamlarından iki kişiyi babasına göndermişti. Lakin bunlar daha İstanbul’a varmadan, o Amasya’dan ayrılmak mecburiyetini hissetti. Sancak merkezinde beklemekte devam etse yaklaşmakta olan büyük kuvvetler karşısında mutlaka ezilecek ve bile bile ölüme rıza göstermiş olacaktı. Yaşamak için tek ümit vardı: O da, memleket sınırlarından dışarı çıkmak. Annesinin ölümünden beri kararmaya yüz tutan talihi şimdi o derece ters yüz oluyordu ki, devrin en haşmetli devletinin hükümdarlık tahtına oturabilmenin yollarını araştıran cesur ve atılgan şehzade, sonradan babasına yazdığı mektupta “münasip bir yerde eğlenmek” niyetinde bulunduğuna işaret etmekle beraber, hakikatte canını kurtarabilmek için vatan topraklarının dışına kaçmaya çalışıyor ve sonu ne olacağı belli olmayan karanlıklara doğru ilerliyordu.
Ramazan bayramının ilk gününe rastlayan 7 Temmuz Cuma sabahı, yanında oğullarından Orhan, Osman, Mahmud, ve Abdullah olduğu halde Amasya’yı terk ederken halk kendisini göz yaşları ile uğurladı. Yeni doğmuş küçük oğlu ile dört kızı ve karısı Amasya’da kaldı.
Feridun Bey münşeatında dercedilmiş bulunan, Kanuni Süleyman’ın Şah Tahmasp’a yazmış olduğu mektuptan öğrendiğimize göre, Bayezid Amasya’dan çıkarken yanında on bin kişilik kuvvet vardı. Konya muharebesinde ordusunun büyük kısmı mahvolan Bayezid’in etrafına sancak merkezini terk ederken bu derece adam toplanmasının sebebini, daha ziyade, onun fazlaca sevilişine atfetmek lazımdır. Az denemeyecek kadar kabarık olan bu kuvvet dolayısıyladır ki kendisini yakalamaya emir alanlardan Vilayet-e Rum beylerbeyi Ali Paşa onun karşısına çıkmaya cesaret edemedi. Bayezid de doğuya doğru yolunda devam etti. O ilerledikçe bilhassa İstanbul’da ulaşmak istediği yer hakkında türlü şeyler söyleniyor ve çeşitli tahminler yürütülüyordu.
Kanuni’nin emri gereğince, Karaman, Rum, Diyarbakır beylerbeyleri Erzurum beylerbeyi Ayas Paşanın emrinde toplanmaya fırsat bulamadan, süratle ilerleyen Bayezid Erzurum’u da geçerek Hasankale’de konakladı. O sırada yalnız başına şehzade ile başa çıkamayacağını kestiren Ayas Paşa Bayezid’e hüsnükabul gösterdi. Hayvanlarına nal ve mıh verdiği gibi, sunucu affettirmek için teşebbüse bile geçti. Onun bu hareketi bilahare idamına sebep teşkil edecektir.
Ayas Paşa, Bayezid’in affı teşebbüsüne geçtiği sırada Sivas, Karaman ve Diyarbakır beylerbeyleri Erzurum’a varmış bulunuyordu. Neticede bu beylerbeylerinin ısrarı üzerine af teşebbüsü bir tarafa bırakılarak padişahın emri yerine getirilmek üzere şehzadenin takibine devam edildi. Bunlar en nihayet Aras kenarında Karadere mevkiinde Bayezid kuvvetlerine yetişerek derhal hücuma geçtiyse de, şehzade üstün sayıda kuvvetlerle çarpışmayı doğru bulmayarak Kağızman’a doğru uzaklaştı. Beylerbeyiler ise, kendileri Bayezid’e yetişemeyeceklerini anladıklarında Malatya beyi Mustafa Bey (Paşa) ve Ayıntab beyi Hüsrev Beyi (Paşa) ileri gönderdiler.
Mütemadiyen takip edilen Bayezid nihayet Türk – İran hududunda Sa’d Çukuru’na kadar geldi. Görünüşe nazaran, kendisi burada af dileğinin neticesini beklemek niyetinde idi. Lakin arkasından takip eden Mustafa ve Hüsrev Beyler derhal hücuma geçmişlerdi. Maiyetinde 12 bin kişilik kuvvet bulunan Bayezid bir saatlik muharebeyi müteakip bunları mağlup etmişti. Peçevi’nin bildirdiğine nazaran Bayezid’i takip eden kuvvetler istemeye istemeye savaşmıştı. Lakin, Bayezid için iş, bunları mağlup etmekle bitmiyordu. Uçurumun kenarına kadar gelen kara talihini geri döndürecek, ışıklı bir istikbale yürümesi mümkün değildi. Zira babasına affı için yaptığı müteaddit müracaatlardan müspet hiçbir netice çıkmamış, bilakis amansızca takibine devam edilmişti. Sancakbeylerini mağlup etmek kafi değildi. Zira onların gerisinde beylerbeyiler, onların arkasında Sokullu, Sokullu’nun gerisinde kardeşi Selim, en başta da bir türlü yumuşamayan babası vardı. Binaenalyh Bayezid için iki iş vardı, ya geriden gelecek kuvvetlerle çarpışarak mutlak bir ölüme rıza göstermek yada hududu öte tarafa geçmek. Bahtsız şehzade Bayezid çaresiz ikinci şıkkı seçmek zorunda kaldı. Revam Valisi Nazamüddin Şah – Kulu’na bir mektup yazarak İran’a sığınmak istediğini bildirdi ve daha fazla beklemeden Ağustos sonlarına doğru İran arazisine dahil oldu. Bayezid’in İran’a sığındığı günlerde onu takip eden abisi Selim de Erzurum civarındaki Çermik sahrasına varmıştı.
Şehzade Bayezid’in Şairliği ve Manzum Af Talebi
Osmanlı padişah ve şehzadelerinin bir kısmında görülen şiir yazma kabiliyeti Bayezid’de de mevcuttu. Esasen Kanuni’nin oğullarının ekseri şairdi. Mustafa, Mehmed, Cihangir ve nihayet Bayezid bu kabiliyete sahip olan şehzadelerdi. Bunların arasında ise, en iyi şiir söyleyeni babasının başına işler açmış olan Bayezid idi.
Atılgan ve cevval olduğu kadar sanata karşı da düşkünlük gösteren Bayezid’in, sancak beyliği ettiği yerlerde alim ve sanatkarlardan müteşekkil geniş bir muhiti vardı. Cömert ve sahaveti bol bir insan olan Bayezid, bu haliyle muhitindeki kimseleri maddeten memnun eder, ayrıca onların bilgi ve kabiliyetlerinden istifadeye çalışırdı. Esasen iyi tahsil görmüştü. Geniş bilgisi ile doğuştan mevcut sanat kabiliyeti birleşince kuvvetli bir şair olarak karşımıza çıkan Bayezid, şiirde “Şahi” mahlasını, yani takma adının kullanırdı. Türkçeden başka Farsçayı da iyi bilir ve her iki dilde şiir yazardı. Millet kütüphanesinde “Emiri” koleksiyonunda Türkçe ve Farsça divanları vardır.
Türçe şiirlerini, zamanına göre, bir hayli sade yazdığı görülmektedir. Kalem oynattığı mevzular incelenince kolay şiir yazdığı da anlaşılmaktadır. Fatih’in oğlu Cem gibi vatan toprakları dışında ölen, hatta Cem ile kıyaslanmayacak derecede feci bir ölümle dünyadan göçen Bayezid, en güzel şiirlerini sıkıntıya uğradığı günlerde meydana getirmiştir. Onun, kendisini affetmesi için babasına yazdığı meşhur şiiri, edebi şahsiyetinin kuvvet derecesini gösteren bir örnektir de.
Bayezid, “bigünahım” diye inleyerek, suçunu bağışlamasını isterken, en katı yüreklileri bile titretecek bir ifade kudreti göstermiştir. Kendisinin “dağlar başının durak” olduğunu söylediğine ve “mal ve mülkünden” ayrıldığını belirttiğine göre, bu meşhur şiirini Konya muharebesini müteakip Amasya’dan ayrıldıktan sonra yazmış olmalıdır. Bayezid’in, babasından af talebini, ihtiva eden ve manzum mektup şeklinde Kanuni’ye gönderdiği iki şiirinden en güzeli şudur:
Ey serase raleme sultan Süleymanum baba
Tende canum canumun içinde cananum baba
Bayezidine kıyar musun benüm canum baba
Bir-günahum Hak bilür devletlü sultanum baba
Enbiya serdefleri ya’i ki adem hakkıçün
Hem dahi Müsi ile İsi-i Meryem hakkıçün
Kainatın serveri olan Ruh-i a’zem hakkıçün
Bir günahım Hak bilür devletlü sultanum baba
Sanki Mecnunum bana dağlar başı oldu durak
Ayrılıpbilcümle mal-ü mülkten düştüm ırak
Dökerüm gözyaşunu va-hasreta düd el-firak
Bi-günahım Hak bilür devletlü sultanum baba
Kim sana arzeyliye halüm eya şah-i keri
Anadan kardaşlarumdan ayrılıp kaldum yetim
Yok benüm bir zerre ısyanum sana Hakdur alim
Bir-günahım Hak bilür devletlü sultanum baba
Bir nice ma’sumum olduğun şeha bilmez müsün
Anlarun kanuna girmekten hazer kılmaz musun
Yoksa ben kulunla Hak dergahına varmaz musun
Bi-günahum Hak bilür devletlü sultanum baba
Tutalum iki elüm baştan başa kanda ola
Bu meseldür söylenür kim kul günah itse nola
Bayezidün uçunu bağışla kıyma bu kula
Bi-günahım Hak bilür devletlü sultanum baba
Bayezid’in bu acıklı mektubuna Kanuni Süleyman da aynı vezin ve ahenkte bir şiirle nazire yaparak cevap vermiştir.
Ey demadem mazhar-ı tugyan-u ısyanum oğul
Takmıyan boynuna herkiz Tarık-ı fermanum oğul
Bey kıyar mıydum sana ey Bayezid Hanum oğul
Bi-günahum dime bari tevbe kıl canum oğul
Enbiya vü evliya ervah-ı a’zem hakkıçün
Nuh-u İbrahim-u Musa İbn-ü Meryen hakkıçün
Hatl-i asar-ı nübüvvet Fahr-i alem hakkıçün
Bi-günahum dime bari tevbe kıl canum oğul
Adem adın itmiyen Mecnuna sahralar durak
Kurb-i taatden kaçanlar daima düşer ırak
Tan degüldür dir isen va-hasreti dad el-firak
Bi-günahum dime bari tevbe kıl canum oğul
Neş’et-i Hakdur übüvvet ram olan olur kerim
“La-tekul üt” kavlini inkar iden kalur yetim
Tuate ısyana alimdür Hüdavend-i Kerim
Bi-günahum dime bari tevbe kıl canum oğul
Rahm-u-şefkat zib-i iman olduğun bilmez müsün
Ya dem-i mas’umu dökmekten hazer kılmaz musun
Abd-i azad ile Hak dergahına varmaz musun
Bi-günahum dime bari tevbe kıl canum oğul
Hak reayay-ı mutie rai itmüştür beni
İsterum mağlub idem ağnama zi’b-i düşmeni
Hase-lillah öldürürsem bigüneh nageh seni
Bi-günahum dime bari tevbe kıl canum oğul
Tutalum iki elün başdan başa kanda ola
Çünkü istiğfar idersün biz de afvitsek nola
Bayezidüm suçunu bağışlarum gelsen yola
Bi-günahum dime bari tevbe kıl canum oğul
Bayezid’in gerek manzum gerek nesir halindeki mektuplarla yaptığı ricalara, İran şahı Tahmasp’ın da ilk mektubunda şehzadenin affı halindeki tavassutuna rağmen Kanuni’nin fikrinden dönmediği ve Bayezid’in Kazvin’de öldürüldüğü malumdur.İki buçuk sene hapis hayatı yaşıyan Bayezid’in, Kazvin’de yazdığı şu son şiir de, onun dünyanın faniliğini ne güzel ifade ettiğini gösteren bir misaldir:
Nideyim zayi’tül-i emelle nefesi
Kalmadı zerre kadar dilde bu dünya hevesi
Izdırab-ı koğul ey mürg-i revan sabreyle
Eskiyüp işte haraba varıyor ten kafesi
Karban-ı reh-i ilklim-i adem menzilünün
Dokunur oldu dila sem’ime bank-i ceresi
Gaafil olma gözün aç dıde-i hak-bin ola gör
Har görme bas-ühaşak ile mur-u-me-kesi
Şah-i bidil-ü-bimar-ü-günehkara ne gam
Sen olursan eğer lutf-i Huda dest-resi
Bayezid’in İran’a Sığınması ve Sığınmasından Doğan Meseleler
Revan Valisi Nizamüddin Şah-Kulu, Şehzade Bayezid’in mektubunu alınca, bir taraftan vaziyetten Şah Tahmasp’ı haberdar ederken, bir taraftan da, Şah’tan talimat gelinceye kadar Osmanlı şehzadesini oyalamak istedi. Revam Valisinin, bu sırada Bayezid’den bir hayli çekindiği ve gerek 12 bin askere sahip olan onun şahsı üzerinde, gerekse şehzadenin gerisindeki kudretli Osmanlı hükümeti hakkında muhtelif ihtimalleri hesapladığı anlaşılıyor. Bu sebeple, şahtan haber gelinceye kadar şehzadenin ordugahını etraftan sıkı bir kontrol altında tutmaya çalıştığı görülmektedir.
Bayezid İran’a sığındığı günlerde Esterebad taraflarında bulunan Şah Tahmasp, haberi alınca pek sevinmiş ve şehzadenin parlak bir merasimle karşılanmasını emretmiştir. Kendisi de Kazvin’e doğru dönmüştür. 1547 yılında İran şehzadesi Elkas Mirza’nın Osmanlılara sığınmasını göz önüne getirerek, bu hadiseyi ona mukabil Cenab-ı Allah’ın İran için bir lütfu ihsanı kabul eden Şah Tahmasp, eline geçen koz ile Elkas Mirza’nın sığınmasından doğmuş olan meselelerin intikamını almayı da düşündü. Zaten, Konya muharebesinden beri Anadolu’ya gönderdiği casuslarla şehzadelerin durumlarını takip ettirdiği anlaşılan Şah Tahmasp, Bayezid’i merkezi hükümeti olan Kazvin’e davet etti. Bunun üzerine, İran’a sığındığı andan itibaren kendisini mukadderatın seyrine terk etmiş olan Bayezid, Şaha mülaki olmak üzere yola çıktı ve 1559 yılı sonlarında Kazvin’e vardı.
Şah Tahmasp Kazvin’de Osmanlı şehzadesine fevkalade hüsnü kabul gösterdi. Bayezid’i şehir dışında bizzat karşıladı. “Nuhbet-üt Tevarih”teki bir kayda nazaran, Şah ile Bayezid ilk karşılaştıkları anda bir baba – oğul gibi at üzerinde kucaklaşmışlardı. Müverrih Ali’nin bildirdiğine göre; On iki bin kişilik askeri yanında bulunduğu halde Kazvin’de karşılanırken, İranlıların hazırlıksız bulunuşlarını ve merasim kıt’alarının miktarının azlığını fark eden Bayezid’in en yakın müşavirlerinden Kuduz Ferhad, fırsattan istifade ile derhal hücuma geçilmesini ve böylece Acem mülküne sahip olunmasını teklif etti. Lakin Bayezid bu teklifi neticesi karanlık bir macera telakki eylediğinden şiddetle reddetti.
Bayezid’in Kazvin’e vardığı ilk günlerde İran Şahı Osmanlı şehzadesinin şerefine muhteşem bir ziyafet tertip etti. Ayrıca kıymetli maden ve taşlardan mürekkep hediyeler takdim etti. Bayezid de bunun altında kalmamak üzere şaha aynı şekilde hediyeler sundu.
Kazvin’de Şah ile Bayezid arasında karşılıklı ziyafetlerle samimiyet artarken Osmanlı hükümeti boş durmuyordu. Şehzadenin İran’a sığınması ile Osmanlı devleti için yeni meseleler ortaya çıkmış, türlü ihtimaller belirmiş bulunuyordu. Şehzadenin ve bilhassa ondan istifadeye çalışacak olan İran şahının Osmanlı topraklarına tecavüzü hesaplanıyordu. Bu bakımdan İran’a sığınıncaya kadar bir iç mesele olan şehzadeler davası şimdi bir dış mesele şekline bürünmüş gibiydi.
Bayezid’in Amasya’dan sonra doğu istikametinde ilerlediği görülünce onun İran’a sığınacağı hesaplanmış ve Kanuni tarafından Şah Tahmasp’a hitaben bir mektup yazılmıştı. Selim’in elinde bulunan bu mektup, onun İran toprağına ayak basmasının müteakip Şaha yollandı. Selim babasının mektubunu gönderirken kendisi de ayrıca bir mektup kaleme almış bulunuyordu. Feridun Bey münşeatında dercedilmiş bulunan Kanuni’nin bu mektubunda: Bayezid’in doğu istikametinde kaçtığı, İran topraklarına sığınmak isterse müsaade edilmemesi, şayet herhangi bir şekilde İran’a geçmeye muvaffak olursa adamları ile birlikte yakalanarak Selim’e teslim edilmesi isteniyor; bunlar yapılmadığı taktirde şehzadeyi takip eden kuvvetlerin İran’a girmeye mecbur olacakları ilave olunuyordu.
Şah Tahmasp’a Kanuni ve Selim’in mektuplarından başka Sokullu ve Lala Mustafa Paşalar tarafından aynı mealde mektuplar yazılarak mültecilerin iadesi üzerinde durulurken, öte yandan da Osmanlı – İran hududunda sıkı tedbirler alınmaktaydı. Huduttaki vali ve sancak beyleri, padişahtan gelen emir dolayısıyla seferber halde idi. Bir taraftan da Bayezid’in İran’daki durum ve faaliyetine dair yeni haberler alınmaya çalışıyordu.
Bayezid’in İran’a sığındığı öğrenilince Selim, babasından aldığı emir gereğince 4 Eylülde Erzurum’dan hareket ile Diyarbakır’a gitti. Burada da fazla kalmayarak yine babasının talimatı gereğince Halep’e geçti. Artık Osmanlı tahtının yegane varisi haline gelmiş olan Selim, Sokullu Mehmed Paşa ile birlikte Halep’te kışlayacak, hudutlarda alınan sıkı tedbirleri idare edecek ve İran’dan gelmesi muhtemel tecavüzü karşılamak üzere de hazır bulunacaktı. Fakat aradan bir iki aylık zaman geçince Selim’in Halep’te beklemesine lüzum kalmadığı anlaşıldı. Çünkü Bayezid’in Kazvin’e giderek şah tarafından kabul olunduğu öğrenilmişti. Bayezid Kazvin’e gitmekle, emrindeki askeri ile tecavüze geçme ihtimali ortadan kalkarcasına zayıflamıştı. Artık mesele, iki devlet arasında Bayezid’in teslimi hususunda bir siyasi konuşma ev pazarlık şekline dökülmüş bulunuyordu. Onun için Selim Halep’ten ayrılarak 4 Aralık 1559 da Konya’ya vardı. İlkbaharda İstanbul’a döndü.
Şah Tahmasp’ın Bayezid’in Affı İçin Talebi
Kanuni ile Selim’in mektuplarını getiren Sinan Bey ile Turak Ağa, Kazvin’de bunları Şaha takdim ettikleri zaman, Şah Tahmasp mektupları Bayezid’e okumuştu. Bunun üzerine Bayezid, babasının affına mazhar olmadan teslim edildiği taktirde katledileceğini beyanla, affı için Tahmasp’tan tavassut rica etmiştir. Tahmasp ta şehzadenin ricasını kabul ile Kanuni ve Selim’e hitaben yazdığı mektupları, tayin ettiği kalabalık maiyetli elçilerle yolladı. Kanuni Süleyman, Şah Tahmasp’ın şefaat talebi karşısında biraz yumuşar gibi oldu. İran Şahına verdiği cevapta; Bayezid’in macerasının bir hülasasını yaptıktan sonra şehzadenin yakın maiyetini teşkil eden adamlardan Ferhad, Dursun, Aksak Seyfeddin ve Abdülgani Oğlunun idamlarını, Bayezid’in askerlerini teşkil eden aşiret mensuplarının İran’da bırakılmasını, şehzadenin kendisinin de bir kısım maiyet erkanı ile birlikte hudutta kendisini karşılayacak olan bir Osmanlı beylerbeyine teslimini bildiriyordu. Beylerbeyi onu eski sancağı olan Amasya’ya götürecekti.
Bayezid’in İran’da Hapsedilmesi
Şehzade Bayezid İran’da Nasıl Hapsedildi? Şehzade Bayezid İran’da Neden Hapsedildi?
Kanuni’nin af havası taşıyan bu mektubuna rağmen Bayezid’in işleri aksi gitmekte ve talihi kararmakta devam etti. Şah Tahmasp ile Bayezid’in arası süratle bozulma yoluna girdi. Tahmasp, Bayezid’in askerlerini muhtelif bahanelerle dağıtmak istedi. Hatta Osmanlı şehzadesinin kuvvetlerinin azalmasını gözeten İran şahı bir isyanı bastırmak üzere Bayezid’den kuvvet bile istedi. Bayezid de mecburiyet karşısında bir miktar asker verdi. Bu askerler ve bilhassa başlarındaki kumandanları Arap Mehmed İranlılar tarafından para ile satın alındıklarından şehzadenin aleyhine döndüler. O sırada Bayezid, çevirdiği fesatlar neticesi Şah ile arasının bozulmasına yol açan Arap Mehmed’i öldürdüyse de müverrih Ali’nin kaydettiği veçhile, onun idamı, Tahmasp’ın şüphesini gideremedi. Hatta Bayezid’in, şüpheleri ortadan kaldırmak niyetiyle giriştiği bu şiddetli tedbir, ümerasından Aksak Seyfeddin ile daha birkaç kişinin şahın nezdine kaçmalarına sebep oldu. Bunların Şah Tahmasp’a, Bayezid’in bir gün kendisini de öldürteceğini söylemeleri, İran hükümdarının zihnini daha fazla karıştırdı. Aksak Seyfeddin’in sözleri hakikaten tesirini göstermiş olmalı ki ertesi gün İran kuvvetleri Bayezid’in ikametgahına karşı hücuma geçtiler. Kuduz Ferhad mevcut askerle bu hücumu defetmeye çalışırken, Bayezid de son saatin yaklaştığını tahmin etmekteydi. Ali ve Peçevi’nin kaydettiğine göre; Bayezid, oğulları şi’ilerin elinde can vermeye terk etmektense kendi eliyle öldürmeye karar bile vermişti. Bu gaye ile ümidin kesildiği son dakikayı beklemek üzere onları yanına toplamıştı. Bereket versin iş, o dereceye kadar varmadan Şah Tahmasp hücumu durdurtup şehzadeden özür diledi. Hatta onu inandırabilmek endişesiyle mütecavizlerden bazılarını idam ettirdi, ertesi gün için Bayezid’i ziyafete davet eyledi. Bayezid, ertesi gün ziyafet için Şah Tahmasp’ın sarayına girerken üzerine çullanan adamlar tarafından yakalanarak hapsonuldu. Oğulları da ayrı ayrı yerlere hapsedildi. Hazine ve malları zapt edildi (12 Şubat 1560). O zamana kadar on bir kişiye inmiş olan askerlerinden bir kısmı idam, bir kısmı da etrafa dağıtıldı.
İşte Bayezid’in başına bu haller geldikten sonradır ki, Kanuni’nin mektubunu getiren adamlar Kazvin’e ulaşabildi
Şehzade Bayezid Olayı (1558-1561)
Kanuni Sultan Süleyman‘ın oğullarından Bayezid ile II. Selim arasındaki taht mücadelesine verilen addır. Kanuni Sultan Süleyman’ın diğer oğullarının ölmesi üzerine Kütahya Sancakbeyi Bayezid ile Manisa Sancakbeyi Selim taht için rakip duruma geldiler. Hürrem Sultanın ölümünden (1558) sonra iki kardeş arasındaki mücadele kızışınca Kanuni Sultan Süleyman olası bir çatışmayı önlemek için Bayezid’i Kütahya’dan Amasya sancağına Selim’i de Manisa’dan Konya sancağına atadı. Selim’in Lala’sı Mustafa Paşa Selim’in padişahlığını güvenceye almak için, sözde Bayezid’i tutuyormuş gibi gözükerek onunla gizlice mektuplaştı. Bayezid’in kendine yazdığı mektupları Kanuni Sultan Süleyman’a gönderdi. Bayezid, Lala Mustafa Paşa ve çevresindekilerin aldatmalarına kapılarak Amasya’da ordu toplayarak Selim’e karşı harekete geçti. Selim’i destekleyen Kanuni Sultan Süleyman, Sokullu Mehmed Paşa komutasında bir orduyu Anadolu’ya gönderdi. Selimle Konya’da yaptığı (1559) savaşta yenik düşerek Amasya’ya kaçan Bayezid, Anadolu’da tutunamayacağını anlayınca oğullarıyla birlikte İran’a yerleşti. Aras Irmağı vadisinde Saad Çukuru denilen yerde kendisini izleyen Selim’e bir kez daha yenildi. Daha sonra İran’a geçerek (Temmuz 1559) Revan (Erivan) vadisi Şahkulu Sultan’a sığındı. Kanuni Sultan Süleyman ile Selim’in girişimleri üzerine önce Kazvin’de hapsedildi.
Şehzade Bayezid’in Öldürülmesi
Şehzade Bayezid Nerede Öldürüldü? Şehzade Bayezid Neden Öldü? Şehzade Bayezid Nasıl Öldü? Şehzade Bayezid’i Kim Öldürdü?
Şah Tahmasp büyük menfaatler koparmak için Bayezid’in teslimini geciktirdikçe, Kanuni’nin huzursuzluğu devam etmekte, hatta Anadolu ve Rumeli’deki kaynaşma dolayısıyla bu huzursuzluğu endişe derecesini bulmaktaydı. Onun için tavizlerinde pek cömert davranır hale gelmişti. Feridun Bey menşeatinin II. cildinin 43. sayfasındaki mektuptan açıkça anlaşılacağı üzere; İran Şahına, Kars Kalesi vaat olunmaktaydı. Şah Tahmasp, Kars için, her halde Osmanlı elçilerinden şifahi talepte bulunmuş olacak ki , Kanuni de onu müsait şekilde cevaplandırıyordu. Bundan başka, vaatler içinde , 900.000 altın kendi namına, 300.000 altın da Selim namına olmak üzere 1.200.000 altınlık para da vardı. Ayrıca Tahmasp’ın Bağdat’ta iki İran memurunun tayinine müsaade edilmesi hususundaki dileği de kabul edilmişti. Görülüyor ki, Kanuni’nin, oğlu için İran’a vermeye hazır olduğu taviz vaktiyle II. Bayezid’in Cem için yaptığı şeyden daha ağırdı. Kanuni’nin bu şekilde davranışından cesaretlenen Tahmasp ise, isteklerini arttırdıkça arttırıyordu. Müverrih Peçevi’nin kaydettiği bir rivayete nazaran Bağdat’ın kendisine bırakılmasını istemek cüretinde dahi bulunmuştur.
Şah Tahmasp taleplerini sağlama bağlamak için azami gayret sarf etmekteydi. Bu cümleden bir hareket olarak Bayezid’in teslimine karşılık, İranlılarda dost kalacağına dair Selim’den yazılı bir ahitname almaya bile muvaffak olmuştu. Böylece gelecekteki Osmanlı hükümdarlarının İran’a dostluğunu garantilemiş bulunuyordu.
Şah Tahmasp, Kanuni ve Selim’den koparabildiği kadar taviz elde edince, yollanacak mutemet adamlara Bayezid’in teslim edileceğini tekrarladı. Bunun üzerine Kanuni tarafından Van Beylerbeyi Hüsrev Paşa ile Sinan Ağa, Selim tarafından da Çavuşbaşı Ali Ağa ile Müteferrika Firuz Bey Kazvin’e gönderildiler. Onlar Kazvin’e vardığı sırada 500.000 altın ve diğer hediyeleri götüren IV. vezir Pertev Paşa da İran toprağına dahil olmuş bulunuyordu. Nihayet Şah Tahmasp 23 Temmuz 1562 günü sakalı kesilmiş, sırtında eski bir elbise, başında yırtık bir imame bulunan Şehzade Bayezid’i Osmanlı heyetine teslim etti. Heyet Şehzadeyi teslim alınca, Selim’in mutemet adamı Ali Ağa tarafından hemen oracıkta katledildi. Busbecq’in kaydettiğine nazaran Bayezid boynuna kement atıldığı sırada oğullarını görmek arzusunu izhar ettiyse de, onun bu son arzusu yerine getirilmeden canına kıyıldı. Kendisi gibi iki buçuk yıldan beri hapsedilmiş olan dört oğul da aynı akıbete uğradı.
Bu işler bitince Osmanlı heyeti Bayezid ve oğullarının tahnit edilmiş cesetleriyle yola çıktı. Bahtsız Şehzade ve oğullarının cesetlerini taşıyan heyet İran halkı tarafından bile nefretle karşılanıp, her geçtikleri yerde taşlandı. Osmanlı hanedanına ait şahısların İstanbul ve Bursa’da gömülmeleri teamül hale gelmiş olduğu halde, Bayezid ve dört oğlu için bu teamül bile nazarı itibara alınmayarak Sivas’ta defnedildiler. Yalnız, kendisi İran’a kaçtığı sırada annesinin yanında kalmış olan en küçük oğlu boğulduktan sonra Bursa’da defnedilmiştir.