Vladimir İlyiç Lenin Kimdir?

Vladimir İlyiç Lenin
Vladimir İlyiç Lenin
   Rus Komünist Partisinin kurucusu, sosyalist fikirlerin ilk tatbikçisi, yazar, ihtilâlci ve diktatör. Asıl adı Vladimir İlyiç Ulyanov’dur. “Lenin” lakabını Rus Komünist İhtilâlinde aldı. 1870’de Volga Nehri üzerindeki Simbirs (bugünkü ismi Ulyanovsky) şehrinde doğdu ve 1924’te Moskova’da felçli vaziyetteyken, tekrar tekrar gelen kalb krizinden öldü.
Aslen Yahûdî olup, babası eğitim müfettişiydi. Annesi Alman asıllı köylü bir kadındır. Alman kültürüyle yetişen Lenin, beş kardeşti. Ağabeyinin, Rus Çarı Üçüncü Aleksandr’a karşı düzenlenen başarısız bir sûikast sonucu yakalanıp îdâm edilmesi, ihtilalci fikirlerini hızlandırdı. İlk ve orta öğreniminden sonra 1891’de Kazan Üniversitesinde hukuk tahsili yaparken ihtilalci faaliyetleri sebebiyle okuldan kovuldu. Petersburg (Leningrad) Üniversitesinde başladığı hukuk tahsilini de tamamlayamadı.
   Kendisini Marksizm’i ve Marks’ın kitaplarını okuyup fikirlerinin Rusya’da sosyal ve siyasî açılardan nasıl tatbik edilebileceğini araştırdı. Açlık ve topraksızlık sebebiyle şehirlere akın eden köylülerin, 1880’lerden îtibâren sanâyinin gelişmesi sonucu, “işçileşmesi” meselesi üzerinde durarak “İşçi Sınıfının Kurtarılması İçin Savaşanlar Birliği” isimli marksist dernekte faal rol oynadı. Rus Sosyal Demokrat Partisine girip, hareketli çalışmalarda bulundu. 1895’te gittiği İsviçre’de Plekhanov ile buluştu ve Rusya’ya dönüşünde Çarlık rejimi aleyhtârı çalışmaları sebebiyle Sibirya’ya sürüldü. 1897’den 1900 yılına kadar burada kaldı. Sibirya’da kendisi gibi sürgün edilmiş olan Marksist Nataşa Konstantinova Krupskaya ile tanışıp evlendi. 1894’te Rus Narodnik (Halkçılık) hareketini tenkit eden Halkın Dostları Geçinenler Kimlerdir? ve 1897’de yazdığı Ekonomik Romantizmin Vasıfları isimli eserleri ile başlattığı tartışmaları, 1899’da sürgünde yazdığı Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi (Razvitle Kapitalizma ve Rossii) isimli eseriyle tamamladı.
   1900 yılında sürgünden dönünce, 1898’de Minsk Kongresinde kurulan ve Sovyet Komünist Partisinin başlangıcı olan, Rus Sosyal Demokrat Partisince, teşkilâtlandırma ve propaganda faaliyetleri için Avrupa’ya gönderildi. İsviçre’de,Iskra (Kıvılcım) gazetesini çıkararak Marksist fikirlerini yaymaya başladı. Bu gazete gizlice Rusya’ya da gönderilip dağıtılarak, sınıf kavgalarına zemin hazırlandı. 1903’te Brüksel ve Londra’da toplanan Rus Sosyal Demokrat Partisi, Lenin ile Plekhanov’un fikir ayrılığına düşmesi sebebiyle ikiye ayrıldı. Lenin’in tarafını tutanlara “bolşevik”, Plekhanov ve Troçki’nin tarafını tutanlara “menşevik” denildi. Bölünme, Rusya’da marksist ihtilalin gerçekleştirilmesinde partinin rolünün nasıl olması gerektiği konusunda oldu. Lenin, partinin profesyonelce yetişmiş kimselerden teşekkül etmesini ve ihtilalin işçi sınıfı önderliğinde yapılması gerektiği tezini savunuyordu. “Bana profesyonel bir ihtilalci teşkilât verin, Rusya’nın altını üstüne getireyim.” diyordu. Muhtelif zamanlarda yapılan uzlaştırma teşebbüsleri neticesiz kaldı ve 1912 Prag Kongresinde yoğun faaliyetlerine devam etti. Lenin, bolşevikleri ihtilâle hazırlayarak, eğitim ve teşkilatlandırma faaliyetlerini hızlandırdı.
1905’te menşevik Troçki’nin önderliğinde Petersburg’da girişilen ayaklanma ile Petersburg ve Moskova’da işçi sovyetleri (kurulları) kuruldu.
   Çarlık Rusya’sının merkezi Petersburg’du. Çar’ın kuvvetleri bu ayaklanmayı bastırdı ve Çar İkinci Nikola, anayasalı meşrutî bir idâreye geçerek bâzı hürriyetler verdi. Duma(Millet Meclisi)yı topladı. Lenin ayaklanmayı desteklemek için Rusya’ya döndü ve 1907’de tekrar Avrupa’ya kaçtı. Daha çok İsviçre ve Fransa’da dolaştı. 1909’da Alman Sosyal Demokratlarının “revizyonist” düşüncelerine karşı Materyalizm ve Emperyalizmin Tenkidi isimli eserini yazdı. Bunda Marks’ın düşüncelerini anti-materyalizm olarak yorumlayanları “revizyonistlik” ile suçlayıp tenkid etti.
   Bu yıllarda Pravda (Gerçek) gazetesini çıkaran Lenin, yazılarında David Hume, Kant ve Tolstoy’u tenkit etti. Marksizm ve sosyalizmde gâyenin dîni kaldırmak olduğunu ifâde ederek, taraftarlarından bu fikir doğrultusunda her türlü faaliyette bulunmalarını istedi. Particilik ve sınıf kavgalarına dâir yazılarının açıklandığıProleter İhtilalin Askerî Programı kitabında; “Kardeş harpleri de harptir. Kim sınıf mücâdelesini tanırsa, ülke içindeki kardeş harplerini reddedemez. Bunu reddetmek, sosyalist ihtilalden vazgeçmek olur.” diyordu. “Sınıflar kavgasında ahlâk kaidelerine bakılmaz. Ahlâk, proleteryanın zaferi için çalışmaktır. Bu zaferi sağlayacak kuvvet, partidir”, “Parti, aktif çalışmalar yapacak teşkilâtlı bir gruptur. Bir ileri karakoldur. İşçiler partinin idâresine karışmazlar. Onlar, parti tarafından idâre edilirler.” “Rusya’da sosyal demokrasi kurulamaz. Bu dâva fikir tartışmaları ile yürümez. Dâvayı zafere, yavaş bir iktisâdî gelişme değil, ânî ve sert çıkışlar götürebilir. Hürriyet içinde ihtilal olmaz. İhtilal, otorite ve istibdat, demektir. Kapitalizmden sosyalizme geçiş devresinde diktatörlük vardır.” “Mümkün olduğu kadar aktif olanları öldürünüz ki, bize az iş kalsın.” tezleriyle Leninizm’in teorik esaslarını ortaya koydu.
   Birinci Dünyâ Savaşının başlangıcında İsviçre’de bulunan Lenin, bu savaşı, emperyalist devletlerin dünyâyı paylaşma kavgası olarak vasıflandırdı ve bunun, sınıflar arası bir savaş hâline dönüştürülme yollarını sağlamaya çalıştı. Bu düşüncelerine 1917’de yazdığı Emperyalizm, Kapitalizmin Son Aşaması(İmperialism Kak Vışşaya Stadio Kapitalisma) isimli eserinde yer verdi. Savaşta, Rusya’nın karşılaştığı güçlükler ve Çanakkale Boğazının açılmaması sebebiyle müttefiklerinden yardım alamaması yüzünden ülkede açlık başgösterince, Petersburg’da bolşevik ve menşeviklerin katıldığı gösteriler bir anda ihtilâle dönüşerek, işçi ve asker sovyetleri idâresi kuruldu. 16 Mart 1917’de Çar’ın istifasıyla üç yüz yıllık Romanof Hânedânı sona erdi ve Prens Lvov başkanlığında geçici liberal bir hükümet kuruldu.
Harp hâtıralarında; “Lenin’i Rusya’ya göndermekle hükümetimiz büyük bir sorumluluk altına girmiştir. Ama askerî bakımdan bu hareket iyi netice verdi. Rusya’yı yere sermek lâzımdı.” diye bahseden Alman generali Von Ludendorf; 17 Nisan 1917’de bol para ve imkânlarla Lenin’i Almanya’dan gizlice trenle Rusya’ya soktu. Savaşın, emperyalizmin vâsıtası olup, bir gâyeye teşvik etmeyeceğini, asıl hedefin sosyalizmin zaferi olduğunu yayan Lenin, “Askerler, evinize dönünüz, toprak sâhibi olunuz.” çağırısını yaptı.
   Rus Çarlık rejiminin yıkılmasına kadar katıldığı Birinci Dünya Savaşına devam kararı veren geçici hükümetin Temmuz ayında doğu cephesinde giriştiği taarruz başarısızlık ile neticelenince “bütün iktidar sovyetlere” sloganıyla, barışın imzâlanması, köylüye toprağın, işçiye fabrikaların verilmesini savunarak Lenin’in düzenlediği ve menşevik Troçki’nin de katıldığı isyan, Lvov’un çekilip, Kerensky’nin başbakan oluşuyla bastırıldı. Troçki tevkif edildi. Lenin ise Finlandiya’ya kaçtı. Burada 1917’de yazdığı Devlet ve Devrim (Gesudarts Voi Revolyutisiya) kitabında proleterya diktatörlüğünü târif ederek, işçi ve köylülerin iktidâra gelmesiyle sınıf ayrılıklarının kalkacağını iddia ediyordu.
   Bu sırada ülkenin durumunda büyük bir karışıklık başgöstermiş, köylüler zenginlerin çiftliklerine hücum etmeye başlamışlar, otorite ve düzen diye bir şey kalmamıştı. Eylülde serbest bırakılan Troçki önderliğinde 7 Kasımda Kerensky’nin hükümet sarayına karşı saldırıya geçen bolşevik Askerî İhtilal Komitesi, iktidârı ele geçirdi.Lenin gizlendiği Smolny Enstitüsünden çıkarak Petersburg’a geldi. İlk yaptığı iş çarlığın gizli belgelerini açıklayarak savaştan çekildiğini îlân etmek ve Almanlar ile antlaşma imzalamak için teşebbüse geçmek oldu.
   Yirminci yüzyılın en mühim siyasî hâdiselerinden sayılan Bolşevik İhtilali ile iktidârı ele geçiren Lenin, 25 Kasım 1917’de Kurucu Meclis seçimlerine gitti. Bütün parlak sözler ve vaatlere rağmen 35 milyon reyden sadece dokuz milyonunu alarak 707 üyeden 175’ine sâhib oldu. Bunun üzerine Kurucu Meclisi dağıtarak proleterya diktatörlüğünü ilân etti. Stalin ile beraber 2 Aralık 1917’de yayınladığı beyannâmede Rusya’daki Müslümanlara “çarlar ve zâlimler tarafından dinleri tahkir edilen Müslümanlar! Dîninizin ve kültür müesseselerinizin serbest olduğunu bildiriyoruz.” şeklinde propaganda yaptıysa da Müslümanları inandıramadı. Toprak mülkiyeti bir kararnâme ile kaldırıldı. Sanâyi müesseselerini devletleştirdi. İhtilâlin devâmı için Kızılorduyu ve “diktatörlüğümüzün kılıcı, sert gözü” diye tavsif ettiği ÇEKA’yı kurdurdu. Muhalefetin insafsızca ezilmesi, gizli polis terörü ve Lenin’in “barış, ekmek, toprak” sloganları halkın arasında yankılar uyandırdı. Başkenti Petersburg’dan Moskova’ya taşıdı ve komünist ihtilâli diğer ülkelere de yaymak için Üçüncü Enternasyonali kurdu. Gelişmelerden şikâyet eden birisine; “Bu bir Rus meselesi değildir. Bu, dünyâ ihtilâli yolunda geçmemiz gereken bir aşamadır.” cevabını verdi.
   İhtilalden sonra komşu ülkeler ile savaşlar ve iç harpler devam etti. 1918 yılında ilk Sovyet anayasası îlân edildi. Buna göre Sovyetler Birliği sâdece proleterya sınıfının devleti sayılıyordu. 1918-22 yılları arasında ihtilâle karşı ayaklanan Vrangel ve Denikin’in Beyaz Rus orduları ile mücâdele edildi.
   Lenin’in icrââtları ve komünizm idâresi Rusya’nın durumunu düzeltmedi. Komşu ülkelerle mücadeleler ve iç harpler devam etti. Köylüler dağıtılan toprakların tapusunu isteyip, verilenlerin ihtiyaçlarını karşılamadıklarını ileri sürdüler. Şehirden ayrılıp köylere gelen sekiz milyon kişi de toprak istedi. Tarlalarda, fabrikalarda, mâdenlerde, petrol kuyularında ve demiryollarında İstihsal faaliyetleri aksadı. Buğday istihsâlinde Çarlık Rusyası rakamlarına ancak 1960’larda ulaşılabildi. Gıdâ maddesi ve mamul eşyâ temini güçleşince açlık tehlikesi, mal darlığı ve karaborsa başgösterdi. Lenin, icrâatlarının memnuniyetsizliklere sebebiyet vermesi üzerine sert tedbirler aldı. Her şey önceden planlandığından ÇEKA ve Kızılordu memnuniyetsizliklere ve muhâlefete, katliamlar ile cevap verdi. Sâdece Kiev’de 1919 yılında Lenin’in propagandalarına katılmayan on bin aydın Rus subayı, zarar yapılmayacağı vaadi ile teslim alınarak hepsi, erkek çocukları ile îdâm edildi. Hanımları da genelevlere konulup, kızılordu erlerine teslim edildi. Uğradıkları büyük hakâretlere ve hunharca tecâvüzlere tahammül edemeyen bu kadınlar, kısa sürede öldüler.
   İhtilâlin başlangıcından îtibâren Sovyetler Birliğinde Lenin’in yedi senelik iktidârı devrinde otuz iki milyon insan hayatını kaybetti. 1922’de karşı güçler bertaraf edilerek, SSCB kurulmuş oldu. Böylece dünyâ târihinin en büyük zulüm imparatorluğu ortaya çıktı. Sovyetlerin, İkinci Dünyâ Harbindeki insan zayiatı, sâdece Lenin zamânında katledilenlerden azdır.
   1917’den itibâren uygulanan Harb Komünizmi 1921’de biraz liberalleştirilerek yeni iktisat siyâseti (Novoya Economic Politicaya) (NEP) tatbikata konuldu. Soukhozlara paralel olarak Kolhozlar kuruldu (Bkz. Kolhoz). Kontrol ve parti disiplini şiddetlendirildi.
   Lenin’in, Halk Komiserleri Şûrası ve Komünist Parti Başkanıyken 1922 yılında başlayan krizleri, 1923’te tekrarlayarak, onu konuşamaz hâle getirdi. 21 Ocak 1924 günü gelen kalp krizinde ölen Lenin, Moskova’da yapılan büyük, özel bir yere kondu. Yerine Stalin geçti.
   Lenin öldükten sonra fikirlerinin, “Leninizm” ismiyle bütün dünyâda propagandası yapıldı. Esası; din düşmanlığı, önce yalan ve yaldızlı sözlerle aldatmak, sonra zulüm ve işkence ile yok etmektir. 1990’dan sonra Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Lenin’in fikirleri de yargılanmaya başlamış ve eski propaganda gücünü kaybetmiştir.
   Târihin en kan dökücü ihtilâlcilerinden olan Lenin, Marksizm teorisinin tatbikçisi, komünizm idâresinin ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Devletinin kurucusudur. Lenin, komünizmin başarıya ulaşması için; “Birinci vâsıta yalan söylemek, aldatmaktır. Ne kadar büyük yalan söylerseniz, o kadar muvaffak olmuş sayılırsınız.” dediğinden, çok yalancı ve o kadar da çok zâlim ve kan dökücü idi. Çok kitap yazdı. Bu kitaplarından Türkçe’ye çevrilenler vardır. Yazıları birbirinden hayli ayrı ve değişik yorumlara yol açmıştır.

Evliya Çelebi ve Hakkında Bilinmeyenler

Evliya Çelebi
Evliya Çelebi
   Açıyorsunuz herhangi bir ansiklopedinin "Evliya Çelebi" maddesini ve okumaya başlıyorsunuz:

   Osmanlı seyyahı.Asıl adı bilinmiyor.Doğum tarihi 25 Mart 1611.İyi bir eğitim görmüş olup hafızdır.Sultan IV.Murad'ın musahibi olmuş,Enderun'dan çırağ edildikten sonra çıktığı seyahetlerde 17.yüzyıl ortalarındaki Osmanlı dünyasını başarılı bir şekilde yansıtmıştır.Ölüm tarihi 1684 diye tahmin edilmektedir.

   Bir Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'inden okuyalım onu:

   Evliya Çelebi Bursa çeşmelerinden uzun uzadıya bahsettikten sonra sözü         'Velhasıl Bursa sudan ibarettir" diyerek bitirir.Canım Evliya! Sade bu iki cümlen    için benim hafızamda senin adın Bursa ile birleşiyor.Sen Bursa'nın şiirini              tadanların başında gelirsin ve bir gün senin ruhunu şad etmek istersek Bursa      çeşmelerinden birine senin adını veririz ve sen onun ağzından bu güzel şehrin    zaman içinde geçirdiği macerayı bize bir su damlası kadar saf ruhunla                nakledersin.

   Onu 400 Yıl Sonra Hatırlamak

   Bu iki anlatış tarzından ikincisi Evliya Çelebi'nin ruhunu adeta üs asır sonra yeniden konuşturmakta,birincisi ise onu,muhtemelen kendisini hiç de yakın hissetmeyeceği bir üslup çoraklığına davet etmektedir.Öyleyse Evliya Çelebi'yi 400 yıl sonra hatırlamanın anahtarı bellidir: Bilgiyi ruhun okyanusuna bandırarak sunmak.Zira ancak böyle sunulunca bilgi ölümsüzleşiyor ve insanın yalnız aklına değil,gönlüne de taht kurmayı başarıyor.

   Gazeteciliğin Piri mi?

   Gazetecilik,yazdığını okutma sanatı diye tarif edilebilirse Evliya Çelebi'yi 'gazeteciliğimizin piri' ilan etmekte bir beis yoktur.Çünkü anlatacağı şeyin aklında nasıl kalacağına dair şaşılacak bir meleke sahibidir.Mesela Artvin'in engebeli arazisini anlatmak maksadıyla "Kahve ikram ettiler,fincanı koyacak düz bir yer bulamadık" cümlesi tek başına,resmin olmadığı bir çağda manzarayı önünüze sermeye yeterlidir.

   O efsane,masal,kıssa,deyim veya fıkra gibi sözel unsurları son derece bilinçli bir şekilde metnin içine serpiştirir.Bunu o kadar ustaca yapar ki,okurunu yormaz.Tarihe davet etse bile başka metinlerde biraz soğuk bulduğumuz ayrıntıların paslı kapılarının menteşelerini zorlamayı başarır.

   Ummanlara dalmış gemilerden dalgaların uğultusuna karışmış bir halde Huseyn-i Baykara fasıllarının yükseldiği duyulur.Karlar yağar sarığınızın üzerine.İçiniz ürperir zifiri karanlıktan ve soğuklardan.Sonra apaydınlık dağ başlarına tırmandırır sizi;alabalık ızgarası eşliğinde zikir halkasına dahil olursunuz.Taşlar ve kuyular konuşur sizinle;asla şaşırmazsınız.Bir 'iç ses'in yolculuklar boyunca peşinizi bırakmadığını hissedersiniz.Onunla beraber tayy-ı mekân ve tayy-ı zaman edersiniz.Hiç farkına varmadan "evliyalık" ın size de sirayet ettiğine tanık olursunuz.

   Bir Coğrafyanın Her Santimetrekaresi

   Kutsalından lanetlisine şehirleri,Çingenesinden kadınlara kasabaları,platin gövdeli dereleri,cenneti andıran ormanları,kokuları unutulmuş yemişleri,kaplıcalardaki şehrayinleri kalem kudretiyle önümüze serer.Bir cihan devletinin coğrafyasının neredeyse her santimetrekaresini onun uğurlu ayaklarının çıkardığı seslere kulak kabartmış halde yanı başınızda,bazen içinizde yankılanırken bulursunuz.

   Eşkıyaları bile sevdirir size.Tarih kitaplarında kanlı yüzlerini gösteren savaşların komik ve beşerî yüzünü açar.Böylece asırların içine oyduğu sihirli bir kanalla hayatın kendisindeki zengin çeşitliliği yakalar ve bir ayna gibi geleceğe aksettirir.Bu kanal,hayatın kendisi kadar canlı,onun kadar çeşitliliğe açık ve olanca imkanlarını seferber etmekte yetinmez,aynı zamanda bir etnografya âlimi gibi çalışarak,diller,şiveler,lehçeler hakkında da bilgi ve cömert örnekler sunar.

   Yemekler konusunda ise üstüne yoktur.Yöresel yemekleri tadar,yer yer tariflerini de verir.Mesela Bitlis'i yöneten Abdal Han'ın Sultan IV.Murad'a ikram ettiği 50 çeşit pilav ve hoşafın,cins cins reçellerin,muhallebilerin,Yemen kahvesinin,kısaca yüzlerce yiyecek ve içeceğin arasında geçirdiği dokuz gün,dokuz gecenin ayrınları hangi açıdan baksak hayret vericidir.Düşünün,soğuk suyunun gülsuyu,sıcak suyunun buhur koktuğu hamamı,Sultan Murad'a "Nolaydı,bu hamam benim İstanbul'umda olaydı" diye feryat ettirmiştir.

   Tesbihle Hesap Yapardı

   Evliya Çelebi rastgele gezmez.Bütün o dağınık,rindane görüntüsüne rağmen gezilerinde kendine özgü bir sistematik çerçeve bulunduğu gözden kaçmaz.

   Öncelikle gezilerine bir tür resmî yetkili (görevli) olarak gittiği için uğradığı yerleşim birimlerinin yetkililerinden ön bilgi alır,güngörmüş kişileriyle görüşür.Sonra belli bir plan dâhilinde ve mutlaka rehberle gezer.Nitekim yanında rehber olmasa bilmediği bir yerde bu kadar eksiksik eser sayım ve ziyareti mümkün olmazdı.

   Rakamlarla da arası gayet iyidir;bu demektir ki,matematiği bayağı kuvvetliydi.Mesela gittiği şehirlerin kalelerinin çevresini adımlayıp tesbihiyle hesap yaptığını bilir miydiniz? Bu,Evliya Çelebi için hemen hiç vazgeçemediği bir tutkudur.

   Nihayet velilerinin türbe veya makamlarını ziyaret edip ruhlarına birer Fatiha okumadan o şehirden ayrılmaz.

   Demek ki,Evliya Çelebi için gezmek,gölgenin mekân üzerinde yer değiştirmesinden ibaret sıradan bir eylem değildir.O,bir şehri şehir yapan yapan şeyin,daha da önemlisi,şerefli yapan şeyin,içinde yaşayanların ve daha önce yaşamış olanların ruhaniyeti olduğunun pekâlâ farkındadır.En önemlisi,onun nazarında seyahet etmenin özüne dönmekle,varlığın özüne ilerlemekle derunî bir bağlantısı vardı.

  'Kabe Dünyanın Ortasındadır'

   Bu sebepledir ki,ömrünün sonlarına doğru çıktığı bir hac yolculuğunda bize bütün yolculuğunun gayesini özetlemek ihtiyacını duymuştur.Şöyle yazmıştır defterine:

   Evvela bu hakir,riyasız Evliya,vücudumun kuvveti yerinde iken can ü yürekten
   seyahati arzu ederdim.Rüzgar süratli atımla diyar diyar gezmiş ve kalemimi 
   dile getirip kâh şehirlerin vasıfları,kâh peygamberlerin medihleri,kâh Kur'an 
   okumak ve kâh temaşa ettiğimiz büyük şehirlerin,kalelerini,nehirlerini,
   dağlarını görüp yazmaya gayret etmiştim... Kâbe'nin doğusuna geçip Kâbe'ye
   karşı,batı yönüne secde etmek nasip oldu.Allah'a hamdolsun,dünyayı seyahat-
   le dolaştığımız sırada doğuya,batıya kuzeye ve güneye secde ettik.Doğrusu
   Kâbe dünyanın ortasındadır.

   Anlıyoruz ki onun seyahat macerası,çevreden merkeze,bu merkezin yeryüzündeki en som tecellisi olan Mekke'ye ve Kâbe'ye yönelik bir manevî arayıştır.Baş,kaybettiği tacı orada bulmuştur çünkü.

   Böylece 44 yıl süren bu büyük yolculuğunun gayesinin Kâbe'yi tavaf etmek ve ona bütün yönlerden secde etmek olduğunu söyleyen "Canım Evliya'nın Seyahatname'sindeki sırra da dokunmuş oluyoruz.Ama sadece dokunmuş oluyoruz.Zira içine girebilmek için bizim de onun gibi küre-i arz iz sürmemiz,sadece yatay düzlemde değil,dikey düzlemde de seyahat etmemiz gerekiyor.Hem yolculuk dediğiniz şey,ruha açılan kapıları çalmak değilse nedir ki?

   Evliya Çelebi ve Nil Haritası

   Evliya Çelebi'nin atlas renkli dünyası,son olarak Robert Dankoff ve Nuran Tezcan'ın yayınladıkları Nil haritasıyla yeni bir boyut kazanmış oldu.Şimdiye kadar Oryantalizmin esaretinde kalarak "Müslümanlar neden ilgisiz ve meraksız?" diye ahkâm kesenlere verilecek en susturucu cevap da bu harita olsa gerek.

   Bize Nil'in haritasını çıkaran kişinin İngilizlerin "süpermeni" David Livingstone olduğu öğretilmişti daha önce;ama Vatikan kütüphanesinde keşfedilen Evliya Çelebi'nin Nil Nehri haritasıyla bir Osmanlı seyyahının en az iki asır önce bu haritayı yaptığı ortaya çıkmış oldu.Bu buluş aslında Osmanlı'ya Batılı merceklerle bakanlara verilen bir cevap olduğu kadar Evliya Çelebi'nin kanatları altına girerek okunduğunda mevcut önyargılardan çoğunun,Kuzey Kutbu'ndaki buzullar gibi eriyeceğinin de bir göstergesi oluyor.

Kaynak:"Gerçek Tarihin Peşinde"/Mustafa Armağan

I.Kılıç Arslan

I.Kılıç Arslan
I.Kılıç Arslan
Türkiye Selçuklu Devleti’ nin kurucusu, Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ ın oğlu ve İkinci Türkiye Selçuklu Sultanı.
Babası Süleyman Şah’ ın 1086′ da Suriye seferinde Melik tutuş’ a yenilmesi ve ölümü üzerine, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah onun oğulları Kılıç Arslan ve Davud Arslan’ ı İsfehan’ a götürdü. Kılıç Arslan burada altı sene iyi bir eğitim ve öğretim görerek, Türk-İslam terbiyesi ile yetiştirildi.
Kılıç Arslan, 1092′ de Büyük Selçuklu Sultanı Berkyaruk’ un izni ile Anadolu’ ya gelerek İznik’ te altı yıldır boş duran Türkiye Selçukluları tahtına çıktı. Yanındaki Türkmen ailelerini İznik’ e yerleştirerek, Anadolu’ da dağılmış olan birliği yeniden te’sis etti.
Bu sırada Bizanslıların fırsattan istifade ile Marmara sahillerini işgale başlamaları üzerine Kılıç Arslan İzmir Bey’İ Çaka ile ittifak ederek mücadeleye girişti. İmparator Alexios’ un Türk kuvvetlerine karşı denizden gönderdiği büyük bir ordubozguna uğratıldı. İznik’ e saldırıları bertaraf edilen Bizanslılar, Balıkesir ve Kapıdağı bölgelerinden de geri püskürtüldüler.
1095′ de Malatya üzerine sefere çıkan Kılıç Arslan kaleyi tam düşürmek üzere iken, yüzbinlerce kişilik haçlı kuvvetlerinin Türkiye topraklarına girdiğini haber aldı. Bunun üzerine, muhasarayı kaldırarak süratle memleketini müdafaaya döndü. İznik’ i muhasara eden haçlılara karşı hisar önün de ordusunu savaşa soktu. Şiddetli çarpışmalar sonun da iki taraf da ağır zayiat verdi. Birçok haçlı kumandanı öldürüldü. Ancak düşman devamlı takviye alıyordu. Kalabalık düşman kuvvetlerine karşı meydan savaşı vermenin tehlikeli olacağını anlayan Kılıç Arslan ordusunu geri çekmek zorunda kaldı. Böylece 22 yıllık Selçuklu payitahtı olan İznik şehri 29 Haziran 1097′ de Haçlı kuvvetlerinin eline geçti.
Kılıç Arslan bundan sonra Danişmend Gazi ve Kayseri emiri Hasan ile birşleşerek Eskişehir’ e doğru harekete geçen haçlılara dağ, geçit ve vadiler de sürekli baskınlar düzenleyerek ağır zayiat verdirdi. Öyle ki, Kayseri ve Toroslar üzerinden Kudüs’ e doğru yol alan haçlı ordusu Kılıç Arslan’ ın ve kumandanlarının yıtpratma savaşları neticesin de altı yüz binden yüz bine düştü. Neticede Kudüs’ e ulaşan haçlılar bu bölgedeki büyük Selçuklu emirlerinin rekabetinden de faydalanarak Antakya, Urfa ve Kudüs’ de hıristiyan idareler kurdular.
İznik’ in kaybından ve Birinci Haçlı seferinden sonra;
Kılıç Arslan, Anadolu Türklerini toplamaya başlayarak, Konya’ yı başkent yaptı. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’ nun parçalanmasından faydalanarak bütün İslam alemine hakim olmak teşebbüsüne girişti. Ancak Musul emiri Çavlı, Artukoğlu İlgazi ve Suriye meliki Rıdvan ile 1107 senesi Temmuz ayında Habur ırmağı kıyısında yaptığı savaşı kaybetti. Yaralı olarak Habur ırmağını geçerken boğularak şehid oldu. Naşı Meyyafarikin’ e götürülerek kendisi için yapılan Türbeye defn edildi.


Türkiye Selçuklu Devleti’ nin en buhranlı devrelerinde hükümdar olan Birinci Kılıç Arslan, teşkilatçı bir devlet adamıydı. Üstün kumandanlık kabiliyetine sahip, hayatı mücadele içinde geçen büyük bir kahraman ve gazidir. Mutaassıp haçlı ordusuna ağır kayıplar verdirerek, Türklerin Anadolu topraklarından atılamayacağını isbat etti. Çok hayır işleyip ahalisinin sevgisini kazandı. Hıristiyan halka da adalet ve şefkatle davrandı. Bu yüzden devrin tarihçileri “Kılıç Arslan’ ın ölümü hıristiyanlar için de bit matem oldu.” demişlerdir.

Eşref Sencer Kuşçubaşı (Kuşçubaşı Eşref)

Eşref Sencer Kuşçubaşı
Eşref Sencer Kuşçubaşı 
    1873 yılında İstanbul'da doğdu. Kafkasya'dan göç eden Sencer adlı bir Vubih ailesinden. Sultan Abdülaziz'in kuşçubaşısı Mustafa Nuri Bey'in oğludur. Harb Okulu'nun son sınıfındayken Yeni Osmanlılar'la ilişkisi olmakla suçlanarak Hicaz'a sürüldü. Buradan kaçarak Hindistan'a ve Avrupa'ya geçti. Sürgündeki Jön Türklerle işbirliği yaptı. Rumeli'de gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin örgütlenmesinde çalıştı. Meşrutiyet'in ilanından sonra, İmparatorluğun yönetimine hakim olan bu partinin kadrosu içinde yer aldı. Balkan Savaşı'nın ikinci devresinde Bulgarları yenerek, Edirne'yi kurtaran kuvvetlerin başında idi. Gönüllü kuvvetleriyle Batı Trakya'yı da ele geçirdi. Burada bağımsız Batı Trakya İslam Cumhuriyeti'ni kurdu (1913). 
   
   Osmanlı Teşkilat-ı Mahsusası'nın kurucularındandır. Bu örgütün başkanı olarak Birinci Dünya Savaşı yıllarında Kafkasya sınırlarında, Türkistan'da, Arabistan ve Kuzey Afrika ülkelerinde çeşitli eylemleri yönetti. Yemen'deki Osmanlı kuvvetlerine para ve mühimmat götüren bir kafilenin başındayken yaralanarak İngiliz'lerin eline düştü ve Malta adasına sürüldü. Mondros Mütarekesi'nden sonra İstanbul'a döndü. Milli Mücadeleye ilk katılanlardan biriydi. İstanbul'daki ilk direniş örgütlerinde, Kocaeli'nde ve Ege'de Kuvayı Milliye'nin örgütlenmesinde rol oynadı. Kuvayı Seyyare'nin, TBMM güçleri tarafından tasviyesi sırasında, o da Yunan işgal bölgesine geçmek zorunda kaldı (1921). Burada TBMM Hükümeti'ne karşı bazı eylemler içine girdiğinden, Lozan Anlaşması'ndan sonra 150'likler listesine dahil edildi. Türkiye'ye girmesi yasaklandı (1924). 
   
   Uzun süre çeşitli ülkelerde yaşadıktan sonra, 1938 yılında çıkarılan af yasasından yararlanarak Türkiye'ye döndü. İzmir yakınlarındaki çiftliğinde bir süre yaşadıktan sonra orada 1964 yılında öldü.

   Eserleri

   Hayber'de Türk Cengi.
   Teşkilat-ı Mahsusa Arabistan, Sina ve Kuzey Afrika Müdürü Eşref Bey'in Hayber Anıları
   Eşref Kuşçubaşı
   Arba Yayınları / Tarih-Anı Dizisi

Sultan Abdülhamid ABD'ye Yardım Göndermişti

   
Sultan Abdülhamid ABD'ye Yardım Göndermişti
Sultan Abdülhamid 
   Türkiye'yi iyi günler bekliyor,bundan sonra gelişmeler daha da hızlanacak.
   
   Abdülhamid geçmişte yaptığı gibi gelecekte de ilerleme ve medeniyeti teşvike    devam edecek.Herkesin onun uzun ve müreffeh hükümranlığını arzu etmesi   gerekiyor.

   New York Times'ın 14 Ekim 1900 tarihli nüshasında yer alan bu tarafgir cümleler,Abdülhamid'in şaşırtıcı bir fotoğrafını düşürüyor önümüze.                                                                  Acaba Avrupa'dakine inat,Amerika'daki bu "Ulu Hakan" muhabbetinin sebebi ne ola?

   O sebebi birazdan göreceğiz.Ama önce aynı yazıdan birkaç cümle daha okuyalım:

   İnsan olarak Abdülhamid çok gayretli,kurnaz,yetenekli ve benim diyen             diplomata taş çıkartacak kadar becerikli.Devletinin işlerini çevirmekte akıllı bir politikacı ve üstün bir zihin.Çok kibar bir kişiliğe sahip ve kendisiyle temas kurduğu kişilerden etkilemediği yok.Almanya ve Rusya ile,Balkan devletleriyle iyi ilişkiler kurdu,öte yandan daha önce zirvede olan İngiltere'nin Osmanlı'daki nüfuzu şimdi hiç seviyesine inmiş durumda.

   Yazar F.Diodati Thompson,Sultan Abdülhamid döneminde eğitim,teknoloji ve bilim alanlarındaki ilerlemeleri övüyor,onun devrinde eşkıyalığın Balkanlar'da tamamen ortadan kalktığını,Doğu'da ise hatrı sayılır ölçüde azaldığını,kadınların sosyal hayatta büyük ilerlemeler kaydettiklerini sözlerine ekliyor.Daha birçok şey söylüyor da,asıl önemlisi şunlar olmalı:

   Biz Amerikalıların önünde gelecekte Osmanlı Devleti'yle olan ticaretimizi arttırmak ve geliştirmek için muazzam fırsatlar var,şu tazminat sorunu da halledilirse Birleşik Devletler ile uzun bir dostluk ve refah dönemi yaşanacaktır.

   Sormakta haklısınız:

   Peki 1900 yılında Amerika'nın en gözde gazetelerinden birinde nereden çıktı bu Abdülhamid ve Türkiye övgüsü? İngilizlerin,Fransızların ve dahi Jön Türklerin çöktü çökecek diye uçurumdan atmaya hazırlandığı bir devlet,New York'tan nasıl oluyor da hemen her alanda hızlı ilerlerken fotoğraflanabiliyor?

   Bunun sebebini,ABD'nin İstanbul elçisi Oscar Strauss uzatmakta önümüze.Dinleyelim mi can kulağıyla:

   Johnstown felaketi sırasında İstanbul Sefareti'nde bulunuyordum.O zaman Osmanlı Devleti'nin malî durumunun pek müsait olmadığını bildiğimden durumu padişaha arz edip ondan istifade etmeyi münasip görmemiştim.Buna rağmen afetten bir iki gün sonra saraya davet edildim.Osmanlı Sultanı hadiseden duyduğu üzüntüyü ifade ederek ihsan etmeyi düşündükleri yardımı memleketime ulaştırıp ulaştıramayacağımı sorup 200 lira verdiler ki,bunu o zaman Dışişleri Bakanlığı'na gönderdim.Hatırladığımıza göre o esnada Avrupa hükümdarları arasında yalnız Osmanlı padişahı kendisinden istenmeden yüklü bir yardımda bulunmuş,böylece Amerikan halkı hakkındaki dostane duygularını ortaya koymuştur.

   Elçinin "Johnstown felaketi" dediği,1889'da vuku bulan ve "ABD'de yüzyılın en büyük felaketi" sayılan büyük sel baskınıdır.Şiddetli yağmurların ardından başlayan ve yaklaşık 2 bin kişinin ölümüyle ve binlerce insanın evsiz barksız kalmasıyla sonuçlanan bu felaketin yakınlarda İstanbul'da yaşadığımız sel baskınına bir benzerliği,ikisinde de yağma utancının yaşanmış olmasıdır.Yalnız bizdeki yağmacılar eşya talanıyla yetinirken,Amerika'dakiler ölülerin ceplerini yırtarak paralarını,parmaklarındaki yüzükleri ve başka değerli eşyaları da almışlardır.

   Selden sonra 18 ülke gıda,ilaç,giysi yardımlarında bulunmuş,işin ilginç yanı,bölgeye ilk yardımı yapan ve ulaştıran devlet ise Osmanlı olmuştur.Daha da önemlisi,Strauss'un dediği gibi Osmanlı Devleti'nin yardımı,talep gelmeden olmuş olmasıdır.

   Malum,Sultan Abdülhamid dış dünyadaki gelişmeleri günü gününe takip ederdi.Nitekim afetten gazeteler vasıtasıyla haberdar olur olmaz ABD'nin İstanbul elçisi Oscar Strauss'u huzuruna çağırdı.Ona hadiseden çok müteessir olduğunu söyledi ve kendisinden afetzedeler için yapacağı gıda (zahire) yardımının yanı sıra 200 Osmanlı lirası (1.000 dolar bugünkü değerle en az 40 bin dolar) nakita yardımının yerine ulaştırılmasına yardımcı olmasını istedi.

   Şimdi de Yangın Felaketi

   Selden 5 yıl sonra bu defa bir yangın felaketi yaşar Amerika,Minnesota ve Wisconsin'deki orman yangınları karşısında Abdülhamid yine elini kesesine atıp bu defa 300 Osmanlı lirası (1.500 dolar,bugünkü değerle en az 60 bin dolar) göndermiştir.Nitekim onun bu "dostane yaklaşımı" sayesinde gazetelerde "Türk Sultanı" ndan övgüyle söz edilir olmuştur (Chicago Daily Tribune,12 Eylül 1894)

   Yardımların olumlu etkisini şuradan anlıyoruz ki,1894 yılında bu defa İstanbul'da meydana gelen deprem sonrasında başta Elçi olmak üzere ABD halkı,hatta gazeteler Osmanlı yardımlarına karşılık vermek ihtiyacını duymuş ve yardım kampanyaları düzenleyerek para toplamışlardır.Oysa aynı Amerikalılar 1984'ten kısa bir süre önce Yunanistan'daki depreme hiç ilgi göstermemiş,kampanyalar neredeyse 'tek kuruş' yardım toplayamamışlardı.Kaldı ki,o sıralarda misyonerlik faaliyetleri,Harput ve Erzurumda'da konsolosluk açma gayretleri,Amerikan okulları yüzünden Osmanlı-Amerikan ilişkilerindeki sıkıntılar had safhadaydı.Zaten ilk alıntıda sözü edilen 'tazminat',yeterince ciddi bir sorunda aramızda.

   İşte New York Times sayfalarına yansıyan olumlu ve dostane havanın oluşumunda Abdülhamid'in bu tam yerinde ve zamanında yaptığı incelikli yardım politikası büyük rol oynamış,hatta yine 1900 yılında ABD'nin eski İstanbul Elçisi Alexander Terrell,aynı gazetede 'tazminat'a takmış bulunan Washington'daki meslektaşlarına Osmanlı Sultanı adına şu güvenceyi veriyordu:

   "Onu dürüst bir insan olarak görüyorum.Kendisini gayet iyi tanıyorum ve inanıyorum ki,Abdülhamid Avrupa'da iken karşılaştığım en entelektüel insandır." (26 Nisan 1900)

Alman SS Birliği

SS (tam ad: Schutzstaffel, Türkçe: koruma timi), önceleri Hitler'in kişisel muhafızlığını yapmak üzere kurulan birliklerdir. İlk kurulduğunda, polis görevi yapan silahlı parti militanlarından oluşuyordu. Toplama kampları kurulup, Himmler tarafından bunların yönetiminden SS sorumlu tutulunca iki ana gruba ayrıldı.

Bunların ilki, Waffen-SS ya da “Silahlı SS” örgütüydü, bu örgüt artık askeri bir yapı almıştı. Ordudan geçmiş subaylar tarafından yönetiliyordu. 1942 yılından sonra askerlik yükümlüsü gençler de burada görev yapmaya başladığı için “parti muhafızı” vasfını kaybetti, normal birliklerden bir farkı kalmadı.


Diğer bölüm ise, Allgemeine SS ("Genel SS"). Bu örgüt bir çeşit polis görevi yaptı. SS’lerin soykırım suçu işledikleri iddia edilen bölümü Allgemeine SS’dir. Bunların subayları genelde ordu kökenli değildi.

Alman SS Birliği
SS Birliği ve Adolf Hitler

Her iki bölüme de (önce Waffen-SS’e) yabancı personel alındı. Önce Alman asıllılardan veya Alman milletine akraba uluslardan SS Tümenleri oluşturulurken sonraları çeşitli uluslardan toplam 38 SS tümeni oluşturuldu.Allgemeine SS birlikleri de bir süre sonra tank, top ve zırhlı araç gibi ağır silahlarla silahlandırılıp yeni tümenler oluşturuldu.Bu birliklere yabancılar ve eski mahkumlar da alındı. Bu şekilde oluşturulan Oskar Dirlewanger komutasındaki Dilrewanger Tugayı (daha sonra 36. SS Waffen Grenadier Tümeni oldu) ve Bronislav Kaminski komutasındaki Kaminksi Tugayı (daha sonra 29. SS Waffen Grenadier Tümeni oldu) savaş sırasında işledikleri katliam, yağma ve tecavüz ile bilinir.


Gönüllülerden ve Avrupa'nın her yanından zorla görevlendirilenlerden oluşan birlikleriyle,savaşın sonlarına doğru sayıları yaklaşık 900.000'i buluyordu.SS'lere insanların acı çekişi karşısında soğukkanlı kalmaları ve başka ırka nefret etmeleri öğretilirdi.En önemli erdemleri Onurun Sadakatindir ilkesinden sapmaksızın Führer'e kesin boyun eğme ve bağlılıktı.


(Adolf Hitler Klagenfurt'da 1. SS Panzer Tümeni "Leibstandarte SS Adolf Hitler"'i denetliyor, Nisan 1938)

Einstein'in Beyni Hangi Sırları Çözecek?

Albert Einstein
Albert Einstein
   Bugün bilimden söz eden insanların çoğunun onu kendi başına çalışan devasa bir yaratık,özerk bir özne (eskilerin deyişiyle fâil-i muhtar) gibi gördüklerini gözlememek zor olmasa gerektir.Gerek yazılı ve görsel basından,gerekse popüler bilim neşriyatından gündelik dile kadar sızmış bulunan bilimin bir özne (fâil) olarak algılanış biçimi,onun temelde bir insan faaliyeti olduğunu ve bu faaliyet üzerinde insanın denetimi bulunduğunu unutmakta;sonuçta "Bilim" diye adlandırdığımız bir Büyük Varlık'ın kendi başına,otomatik bir fabrika gibi insandan bağımsız olarak üretimini sürdürdüğünü farz etmektedir.
   
   Rahmetli Şakir Kocabaş'ın yıllar önce (1983) yazdığı bir makaleyi hatırlıyorum.Başlığı son derece çarpıcıydı: Bilim Kimdir? Şu örnekleri sıralıyordu yazar günlük dildeki bilim tasavvurlarına dair:

   Bilim şunları şunları... yapmıştır.Bilim şu şu... hükümleri vermiştir.Bilim bize şöyle şöyle... söylemiştir.Efendim,bilime göre... Bilimin bize açıkladığı şu şu... şeyler.

   Bunların mecazi yahut istiareli ifadeler olduğu da pek söylenemez yazara göre,çünkü insanlar bu ifadeleri kullanırken bilim diye bir "varlık"tan,somut bir özneden söz etmektedirler."Filanca bilim adamı (veya adamları) şu konuda şu şu şartlar altında yaptıkları araştırma sonucunda şöyle bir sonuca ulaşmışlardır." ifadesi daha bilimsel bir ifadeyken,"Bilim şu konuda hükmünü vermiştir"e dönüşünce iş,artık bilimin ihtiyatlı olması gerek dilini bırakıp "dini" bir ifade biçimine bürünmüş olur.Yoksa "Kur'ân'ın bu konudaki hükmü şudur" ifadesiyle "Bilimin hükmü şudur" ifadesi arasındaki söylem benzerliği,bilimin dinî bir ifade alanına tecavüz ettiğini mi gösteriyor?

   Eğer Paul Tillich'e inanmak gerekirse,evet.Efsanenin (mit) dinî bir ifade biçimi olduğunu söylüyor Tillich.Ancak efsaneler,en geniş anlamında dinî olanla örtüşürken,18. yüzyıldan itibaren bilimin efsaneleştirildiğine şahit olmak da ilginçtir.Modern bilimin buluşlarından etkilenen Fontenelle gibi popüler bilim yazarlarının ve A.Pope gibi şairlerin bilimi neredeyse yeni bir din ve yeni bir mitoloji gibi kurguladıkları görülüyor 18.yüzyılda.Pope'un,ünlü

   Tabiat ve kanunları karanlığındayken gecenin
   "Newton olsun" dedi Allah ve aydınlandı her şey

mısralarında dile geldiği gibi Newton'un dünyayı aydınlatan biliminin Allah tarafından gönderildiği tarzında bir yaklaşım egemen olmaya başlamıştır bilimle ilgili edebiyata.

   "İyi de,bütün bunlar bilimin dışında olan biten şeyler,bunlardan bilime ne?" dediğinizi duyar gibi oluyorum.Haklı olabilirsiniz: Newton'un kendisi,böyle bir konuma oturtması için şiir sipariş vermemişti şaire;belki de o kendi işinde gücündeydi.Ancak 18.yüzyıldan itibaren bilim çevresinde örgülenen bu parlak ilerlemeci söyleminin etkisi o kadar güçlü olmuştur ki,hala bütün bu efsaneler karmaşası içinden gerçekten bilim olanı seçip ayıklamak sıradan bir insan için neredeyse imkânsız hale gelmiştir.Bilim,insanları aydınlatacak yerde,onları teshir etmek,yani büyülemek uğruna üzerlerinde tasarrufta bulunmaya yetkili bir özne konumuna oturtulmuştur.

   Bilim ile bilimsel efsaneleri birbirinden ayırt etmek ve arka-planına eğilmek,bilimin değerini düşürmeyecek,aksine onu tasarrufumuz haricinde işleyen bir fail olarak tasarlamak yerine,"Beşer şaşar" sözünü haklı çıkartacak bir faaliyet olarak düşünmemize imkan tanıyacaktır.

   Einstein'ın beynini,bu "tüm beyinlerin en güçlüsü"nü ele geçirmek için Amerika'daki iki büyük hastanenin nasıl kavga ettiklerini nakleden Roland Barthes,haklı olarak beyninin (burada bilimi sembolize etmektedir) Einstein'in kendisinden daha değerli tutulduğunu,onun kendi beyninin (ne kadar 'kendi' beyniyse artık!) basit bir dipnotu olmaktan kurtulamadığını söylemektedir.Einstein bu dünyayı un ufak edip öğüten "muazzam" beynin "taşıyıcısı" olduğu için değerlidir ancak.

   Roland Barthes,'Einstein'ın beyni'nin mitolojik bir nesneye dönüştüğünü söylemekte.O adeta ruhtan yoksun bir bedenin robotumsu bir parçası.Einstein da beynini hastaneye emanet etmekte bu mitolojiye hizmet etmiş oluyordu.Yine de beyninin Einstein'la bir alakası yoktu.O değirmenin un üretmesi gibi sürekli olarak düşünce üreten bir makine sayılıyordu.Einstein,bütün dünyanın sırrını tek bir şifreye ingirgeyerek onu bulmuştur.O şifreyi (e=mc2) bulan beynin taşıyıcısıdır Einstein.Ama yine de "dünyanın sırrını saklayan" asıl denklemini bulamadan ölmüştü."Demek ki dünya direndi;şifre tam olarak bulunmuş değil." Amaç,yarım kaldı.Kahramanın görevi bitmedi.

   Bu durumda görev,yeni Einstein'lara düşüyor,daha doğrusu yeni beyinlere."Einstein'ın beyni",tarihte yaşamış Albert Einstein adlı bilim adamının görkemli beyni olarak sergilenmeyecektir müzede (veya hastanede,fark etmez),o,Allah tarafından Batı'ya armağan edilmiş bir ayrıcalığın,hatta bir mucizenin mitolojik simgesi olarak orada gelecek nesillere seslenecektir.Eskiden insan atalarından bereket ve güç devşirebilmek için türbelerine giderlerdi.Einstein'ın beyni de bilim çağının türbesi olarak gelecek nesillere enerji ve ilham vermeye devam edecek.

   Bunun ne kadar gayri insani bir tutum olduğunu söylememe hacet kaldı mı dersiniz?

   Bu arada hatırlatalım ki,Einstein'in beyni,ömrünü son 30 yılında neredeyse durmuş,hatta gerilemişti.Verimsiz geçen bu yıllarında Einstein,çağın bir başka dâhi fizikçisi Niels Bohr ile gereksiz bir tartışmaya girmiş ve sonuçta kaybetmişti. ('intederminizm tartışması' diye bilinir.)

   Tabii ki hiç kimse zihinsel kudreti çöktü diye suçlanamaz.Ama Einstein 1925'te bile fiziği "gerçekliği kavramsal olarak kavrama çabası" olarak tarif ediyordu.Bohr itiraz ediyordu buna. "Hayır" diyordu, "fiziğin görevini doğanın nasıl çalıştığını bulmak şeklinde tanımlamak yanlıştır.Fizik doğa hakkında söylediklerimizle ilgilidir,doğayla değil."

   Einstein büyüktür,ama Time dergisinin 2000 yılı anketinde çıktığı gibi 20.yüzyılın en büyüğü değil.Hele son bin yılın,hiç değil.

Kaynak:"Avrupa'nın 50 Büyük Yalanı"/Mustafa Armağan

Neron Roma'yı Yakmış Mıydı?

   
İmparator Neron
İmparator Neron
Claudius'un yerine Roma İmparatoru olan Neron(hükümdarlığı:M.S 54-68),en ilginç Roma İmparatorlarından birisi,belki de birincisi.Adi,açgözlü,zalim,bencil,şehvet düşkünü,cahil;ne derseniz deyin.Bütün olumsuz özellikler vardı bu mucit adamda.



   Mesela küçük kardeşini,annesini,ve hamile olan ilk karısını öldürtmüş,sonra da genç azatlı kölesi Sporus'u hadım ettirip onunla resmen nikah kıydırmıştır.Hayır efendim,zannettiğimiz gibi güzelliğinden değil,tıpatıp kendisine benzetmesinden dolayı!

   Sonra bir ara tiyatroculuğa merak salmış Neron;çıktığı sahnede halkın önünde bir deliyi ve doğuran bir kadını oynamış,tam 10 atın çektiği muhteşem bir arabayla Olimpiyat oyunlarına bile katılmış.

   Kendisini büyük bir şair,aktör,şarkıcı ve atlet olarak kabul ettirebilmek için server akıtmış bir paranoyaktır aynı zamanda.

   Nihayet Ptetoryenlerin isyanı karşısında kendi boğazını bir bıçakla keserek bundan 1.941 yıl önce dünyamıza veda etmiş Neron.Ölürken de son sözleri,"Benimle bir sanatçı ölüyor" (Qualis artifex pereo) olmuştur.2

   Ancak gözü biraz arkada kalmış olmalı ki,hayaletini dünyamıza ve "Yeni Roma" olarak adlandırılan İstanbul'a miras bırakmıştır.

   İşte İmparator Neron'un farkı da burada yatıyor:Bu işi şundan dolayı yaptı diyemiyorsunuz;zira o hep şaşırtıyor,tahmin ettiğimiz noktanın hep bir adım ötesinde muzipçe duruyor.

   Gelin görün ki,İmparator Neron'u asıl meşhur eden ve gazete manşetlerimize,haber bültenlerimize teklifsizce sokan özelliği,ateşe olan dayanılmaz zaafıdır.Rivayete göre Neron,M.S. 64 yılında Roma şehrini yaktırmış ve tam bir hafta süren bu feci yangın sırasında sarayındaki Miken Kulesi denilen yüksek bir platforma çıkarak oradan hem şehrin cayır cayır yanışını seyretmiş,hem de hiç istifini bozmadan kemanını çalıp bağıra bağıra aryalar söylemiştir.

   Bu birazdan açıklayacağımız sahte bilgi,sadece gazetelerin istihbarat servislerine uğramakla kalmamış,Ord.Prof.Ali Fuat Başgil'in bilimsel bir kitabına kadar uzatmıştır kollarını.Bakın Ali Fuat Başgil hoca.Demokrasi Yolunda adlı kitabında Neron'u ve onun iflah olmaz yangın tutkusunu nasıl anlatıyor:

   Vaktiyle Romayı ateşe verip kızıl alevlerin seyriyle mest olan
   Neron bile kendini Roma'nın en ileride bilgini ve en ince artisti
   ilan eder ve vucüdünü Roma için rahmet sanırdı.3
   
   Bu hikayeden ne çıkıyor? Bunları yapan adamın zevki için yangın çıkarıp keman çalması normaldir mi?

   Siz öyle sanın.

   Şimdiye kadar Neron'un "yakma saplantısı" böyle anlatılıyordu ama artık devir değişti.Çünkü tarihçiler sürekli yeni keşif girişimlerinde bulunuyorlar Neron'u doğru anlamak için.Richard Holland'ın veya Edward Chaplin'in dört başı mamur biyografileri bize yeni bir Neron portresi sunuyor;uçuk bir hayalperestin değiş,ayakları yere basan bir devlet adamının portresidir bu.

   Neron Roma'yı Neden Yaktırmıştı?

   Tamam,Neron pek de öyle hırlı biri değildi ama epeyce iyi ve akıl icraatları da vardı.Mesela ekonomik kriz sırasında evsiz barksız kalan garibanlara barınaklar inşa ettirmiş,buğday fiyatlarını düşürmüş,taşradan Roma'ya gıda maddesi getirterek şehir ahalisinin aç kalmasını önlemiştir.4

   Hele bir "yangın canavarı" hiç değildi.Üstelik 16 Temmuz 64 gecesi,aniden bazı eşya ambarlarından çıkan ve rüzgarın etkisiyle kısa zamanda bütün şehri saran ünlü Roma yangını tamı tamına bir hafta devam etmiş,önüne ne gelirse silip süpürmüştür.

   Gelin görün ki,bu yangın çıktığı vakit,Neron bırakın sarayın kulesine çıkıp keyifle keman çalmayı,Roma şehrinden tam 30(ya da 50) mil uzaklıkta bulunan ve doğduğu yer olan Antium'daki villasında keyif çatıyordu.Daha da ilginç olan nokta,kendisine Roma'da yangın çıktığı haberi verilince ne yaptığıdır.
   
   Batılı kaynaklardan takip ediyoruz ne yaptığını:
   
   Neron derhal Roma'ya dönmüş ve söndürme çalışmalarına o da katılmıştı.Kentin on dört mahallesinden üçü5 tamamen yanmıştı.Yedisi ise ağır hasara uğramıştı.İmparator yangıngan zarar gören plebleri (Roma'da 2.sınıf) vatandaşları kamuya ait binalardan birçoğuna ve kendi bahçelerine yerleştirdi,aynı zamanda yağmayı önleyecek tedbirleri aldı.6

   Hem Neron'un bir "keman" ı hiçbir zaman olamazdı,zira keman denilen müzik aleti,o tarihten tam 1.500 yıl sonra,yani 16.yüzyılda icat edilmişti.Bildiğimize göre Neron keman yerine "lir" çalıyordu.

   İşin gerçekçi tarihi temellerine uzandığımızda şaşırtıcı sonuçla karşılaşıyoruz:

   İmparator Neron,ünlü yangının vuku bulduğu 64 yılında değil ama bir ara gerçekten de Roma'da bazı mahalleleri yaktırmıştı!Ama neden?Burası önemli..

   Kendisini,başkent Roma'yı,çerden çöpten yapılmış sefalet mahallelerinden arındırmakla görevli hissediyordu da ondan.Roma'yı yeniden imar etmek için de fakir evlerini istimlakle,kazma kürek ile yıkmakla vs. uğraşmak uzun zaman alıyordu.Neron'un ise acelesi vardı.Bu durumda en iyisi bir yangın çıkarmak ve boşalacak alanlara geniş yolların etrafına sıralanmış şanına yakışır binalar ve tapınaklar yapmaktı.

   Zaten imar faaliyetleri sırasında evsiz kalanlara geçici yerleşim yerleri yaptırmasından,gıda ve ihtiyaç maddelerini hiç eksik etmemesinden anlıyoruz ki,Neron,Roma'yı keyif için değil,ciddi bir iş için yaktırmıştı.Bataklıklarını kurutmuş,binalarını süslemiş,yollarını ferahlatmış olduğu bu şehrin adını değiştirip "Neropolis" [Neron'un Şehri] koymayı bile düşünmüştü.Ama nasip olmadı.

Kaynak: "Avrupa'nın 50 Büyük Yalanı"/Mustafa Armağan


2    Norman Davies,Europe:A History,New York 1998, Harper-Perennial, s.189.
3    Ali Fuat Başgil,Demokrasi Yolunda,İstanbul 1961, Yağmur Yayınları, s23.
4    Richard Shenkman,İnsanlık Tarihinde Büyük Yalanlar,Çeviren:Mehmet Harmancı,2.baskı,İstanbul 1998,Ad Kitapçılık, s.35.
5    Romalı tarihçi Tacitus'a göre yanan mahallelerin sayısı 10'dur.Sadece 4 mahalle zarar görmemiştir.Yangından sonra 3 mahalle haritadan silinmiş,7'sinde ise sadece üç beş harabe kalmıştır.(Marc Kishlansky,Patrick Geary,Patricia O'Brien,R. Bin Wong, Societies and Cultures in World History
6    Ali Canman,"Neron,Roma'yı yaktı mı,yakmadı mı?",Yıllarboyu Tarih, Sayı: 11, Kasım1980,s.63.Ayrıca Neron hakkında bilgi için şu İngilizce kaynaklara bakılabilir:Philip Van Ness Myers,General History for Colleges and High Schools,Gözden geçirilmiş baskı,1917,Ginn&Company,s.283-284;Marc Kishlansky ve diğerleri,age,.s167.

   

   


Orta Çağ'da Avrupa Tarihi

Orta Çağ'da Avrupa Tarihi
Orta Çağ'da Avrupa Tarihi

Kilise ve Papalık

Ortaçağ Avrupası'nda kileselerin sosyal hayata çok büyük etkisi vardı. Hristiyanların iki büyük mezhebi vardı. Bu mezheplerden Katolik mezhebinin dini lideri Papa Roma'da oturuyordu. Ortodoks mezhebinin lideri Patrik ise İstanbul'da oturuyordu. Özellikle Papaların elinde büyük yetkiler vardı. Papa istediğine cennet vaadedip istediğini dinden çıkarıyordu. Klisenin ve hristiyanlığın etkili olduğu Ortaçağ Avrupası'nda krallar bile Papalardan çekinmişlerdir. 
Kiliseye bağlı yaşamda klisenin koyduğu kurallar sorgulanamazdı. Deneyin yasak olduğu bu düşünce tarzına Dogmatizm denmiştir.

Feodalite

Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra Avrupa'nın farklı yerlerinde devletler kuruldu. Bu devletler kontluklara ve küçük idari birimlere ayrıldılar. Düşük kesimden insanlar yaşamlarını devam ettirebilmek için bu kontların himayesi altına girdiler. Zamanla bu kontlar merkezden bağımsız hareket ettiler. Feodal bir yönetim yapısı oluştu. Merkezi yönetimler etkisini kaybetti. Siyasal bir bölünmüşlük Avrupa'ya hakim oldu.
Feodalile Ortaçağ boyunca sürmüştür. Bu dönem toprak zenginlerinin istedikleri kanunları koyarak halkı sömürdüğü adalet dışı bir dönem olmuştur. Halk Asiller, Rahipler, Burjuvalar ve köylüler olarak  sosyal sınıflara ayrılmıştır. Yeniçağ'da Avrupa bu sistemi yıkmıştır. 

Haçlı Seferleri

Avrupalılar Müslümanların ele geçirdikleri ve Hristiyanlık açısından kutsal sayılan Kudüs ve çevresini almak için seferler düzenlemişlerdir. Hristiyanların birlik olarak yaptığı bu seferlere Haçlı Seferleri denmiştir. Haçlı Seferleri'nin dini, siyasi ve ekonomik bir sürü nedeni vardır. Bu nedenleri başlıca şöyle sıralayabiliriz;
  • Hristiyanlarca kutsal sayısal Kudüs'ün Müslümanların elinde bulunması
  • Papanın güçlenip Ortodoks klisesini etkisi altına almak istemesi
  • Avrupalıların Türkleri Ortadoğu coğrafyasından çıkarmak istemeleri
  • İslam dünyasının zenginliği karşısında Hristiyan dünyasının fakir olması
  • Avrupalıların doğu zenginliklerine ve topraklarına sahip olmak istemesi
Bu ve benzeri nedenlerden dolayı Avrupalılar Müslüman coğrafyasına yedi sefer düzenlemişlerdir. Yıllarca süren savaşlarda binlerce insan ölmüştür. Savaşlar her konu çeşitli sonuçlar doğurmuştur. Bu sonuçların başlıcaları şöyledir;
  • Merkezi krallıklar güçlendi.
  • Avrupada kliseye duyulan güven sarsıldı.
  • Skolastik düşünce zayıfladı.
  • Doğu batı arasında etkileşim arttı.
  • Barut, kağıt ve matbaa gibi teknik gelişmeler Avrupaya götürüldü.
  • Avrupalılar doğu medeniyetini tanıdılar böylece Avrupada bilim gelişmiş oldu.

Ortaçağ Avrupasındaki Diğer Gelişmeler

Magna Charta (1215)

İngiltere'de demokrasi alanında bir adım atıldı. Magna Charta ilan edilmiştir. Buna göre halka haksızlık yapılmayacak ve adalet sağlanacaktı. Magna Charta bir çeşit anayasa niteleğindeydi.

Yüzyıl Savaşları (1337 - 1453)

İngiltere'nin Fransa topraklarında gözü vardı. Bu nedenle iki ülke arasında savaşlar başladı. 116 yıl süren savaşlarda İngilizler tarihte ilk kez topu kullandılar. Bu savaşlar sonucunda Fransada derebeylik zayıfladı. Savaşlardan sonra yenilen İngilterede 30 yıl süren Çifte Gül adlı bir iç savaş çıktı. Bu savaş sonucunda İngiltere'de de derebeylik rejimi zayıfladı.

II.Dünya Savaşı Nedenleri ve Sonuçları

   II. Dünya Savaşı tüm dünyayı yakından ilgilendiren bir savaş olmuştur. Ülkeler arası birçok nedenler ve sonuçlar ikilemesinden çıkmıştır.Makalemizde sizlere II. Dünya Savaşı konusunda oldukça önemli bilgiler sunuyoruz.
II. Dünya Savaşı, 20. asırda dünya çapında yapılan iki savaştan ikincisi olup dünya milletlerinin çoğunun bulunduğu 1939’dan 1945’e kadar süren global bir askeri çatışmadır.
II.Dünya SavaşıSavaşa dönemin tüm büyük güçleri olan Birleşik Kraliyet, Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa; Bağlaşık Devletler olarak, Almanya, İtalya ve Japonya; Mihver Devletler olarak katılmıştır. 100 milyondan fazla askeri personelin dâhil olduğu savaş, dünya tarihindeki en büyük savaştır.
Savaşın ehemmiyetli katılımcıları tüm ekonomik, endüstriyel ve ilmi güçlerini, sivil veyahut askeri kaynak farklılığı gözetmeksizin, bu savaş için kullanmıştır. Nükleer silahların kullanıldığı tek savaş olan ve Musevi Soykırımı gibi kitlesel sivil ölümlerin gerçekleştirildiği II. Dünya Savaşı, insanlık tarihindeki en kanlı savaştır. Savaş süresince 40-50 milyon insan yaşamını yitirmiştir.
Savaşın başladığı tarih olarak çoğunlukla, Almanya’nın Polonya’yı işgal ettiği 1 Eylül 1939 kabul görür. Polonya’nın işgali ile beraber Fransa ve Britanya İmparatorluğu ve İngiliz Milletler Topluluğu’na dâhil olan çoğu ülke Almanya’ya savaş duyuru etti. Almanya, Avrupa’da büyük bir imparatorluk kurmayı amaçlıyordu.
II.Dünya SavaşıAlmanya, 1939’un sonundan 1941’in başına kadar bir dizi muharebe ve antlaşma ile Avrupa topraklarının çoğunu ele geçirdi veyahut bastırdı.
Alman-Sovyet Antlaşması sürerken, sözde tarafsız Sovyetler Birliği, 6 komşu ülkesinin topraklarını tamamiyle ya da kısmen işgal etti ya da topraklarına kattı. Britanya ve İngiliz Milletler Topluluğu Kuzey Afrika’da ve genişleyen deniz savaşlarında Mihver Devletler’e karşı savaşı sürdüren tek büyük güç olarak kaldı. 1941 Haziran’ında Avrupalı Mihver Devletler, Sovyetler Birliği’ni işgal etmeye başladılar.
Tarihteki en büyük kara savaşı cephesini başlatan bu işgal sonrası Mihver Kuvvetler askeri gücünün ehemmiyetli bir bölümü bu savaş için ayırdı. 1941 Aralık ayında, 1937’den beri Çin’le savaşan ve Asya’ya hükmetmeye çalışan Japonya, Amerika Birleşik Devletleri’ne ve Pasifik Ummanı’ndaki Avrupalı devletlerin topraklarına saldırdı ve kısa müddette bölgenin büyük bir bölümüne hâkim oldu.
Japonya’nın Pasifik Cephesi’ndeki bir dizi mağlubiyeti ve Avrupalı Mihver silahlı güçlerinin Kuzey Afrika ve Stalingrad’daki mağlubiyetleriyle birlikte Mihver Devletlerin ilerlemesi 1942 seneninde durduruldu.
II.Dünya Savaşı
II.Dünya Savaşı
1943 seneninde Doğu Avrupa’daki Alman mağlubiyetleri, İtalya’nın Bağlaşık Kuvvetleri’nce işgal edilmesi ve Pasifik’teki Amerikan zaferleriyle birlikte Mihver Devletler savaştaki kontrolü kaybetti ve tüm cephelerde geri çekilmek zorunda kaldı. 1944’de Batılı İttifak Kuvvetleri Fransa’yı işgal etti, Sovyetler Birliği kaybettiği bölgeleri geri alıp Almanya’yı ve bağlaşıklarını işgal etti.
Sovyetler Birliği ve Polonya kuvvetlerinin Berlin’i ele geçirmesini takip eden Almanya’nın 8 Mayıs 1945’te şartsız teslimiyetiyle birlikte Avrupa’da savaş bitti. Japon silahlı güçleri Birleşik Devletler tarafından mağlubiyete uğratıldı.
Bunu takiben Japon Adaları işgal edildi. Asya’da savaş, 15 Ağustos 1945 tarihinde Japonya’nın teslim olmayı kabul etmesiyle bitti.
II.Dünya Savaşı
II.Dünya Savaşı
Savaş, 1945 seneninde Bağlaşık Devletler’in Almanya ve Japonya’ya karşı net zaferiyle sonuçlandı. İkinci Dünya Savaşı dünyanın siyasi düzenini ve sosyal yapısını derinden etkiledi. Sonraki senelerde oluşabilecek çatışmaların önüne geçmek ve beynelmilel dayanışmayı sağlamak için Birleşmiş Milletler (BİRLEŞMİŞ MİLLETLER) heyetti.
Savaş sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği gibi süpergüçler olarak ortaya çıktı. Bu vaziyet süpergüçler arasında 46 sene süresince sürecek olan bir Soğuk Savaş dönemini başlattı. Bu dönemde Avrupalı büyük güçlerin tesiri azalmaya başladı ve Asya ve Afrika’daki sömürgeler bağımsızlıklarını kazanmaya başladı.
Savaş müddetince endüstrisi hasar gören bir hayli ülke ekonomisini tekrar yapılandırma dönemine girişti. Politik bütünleşme, savaş sonrası ilişkileri tertip etmek emeliyle, bilhassa de Avrupa’da, ehemmiyet kazanmıştır.
II. Dünya Savaşı makalemizde de okuduğunuz üzere tarihi bir savaş olmuştur.