Otranto Seferi

fatih italya seferi
Otranto Seferi
   Fatih'in Fetihleri

   Çağ açıp çağ kapayan, kalemle kılıcı birleştiren Fatih Sultan Mehmet; İstanbul'un Fethiyle de cihan tarihinin en büyük şahsiyetleri arasına girmiş bir deha idi.

   Osmanlı Devleti'ni bir dünya devleti haline getirmek için harekete geçti. Düşünce ve siyasetini beş bölüm halinde planlamıştı. Batı, Ege, Karadeniz, Anadolu, Güney.

   Otuz yıl süren saltanatında Fatih, Rumeli'de birçok kaleyi ele geçirdi, birçok devleti himayesi altına aldı. Anadolu'da birliği sağladı ve devletin sınırlarını bir kat daha genişletti.

   Bizanslılara bağlı bazı adalar itaat altına alındıktan sonra Mora ve Sırbistan'a seferler düzenlendi ve bu seferlerin sonunda Atina, Arnavutluk fethedildi.

   Karadeniz'e de sefer düzenlenerek Amasra, Ceneviz Kalesi fethedildi. Candaroğulları Beyliği, Osmanlı topraklarına katıldı. Trabzon Rum Devleti'ne son verildi. 1473'te Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan'a karşı Otlukbeli Savaşı'nın kazanılmasından sonra Anadolu'da birlik tam olarak sağlandı.

   1475'te Kuzey Karadeniz'de Ceneviz kaleleri ele geçirildi. Kırım Hanlığı himaye altına alındı ve böylece Karadeniz bir Türk gölü haline geldi. Fatih, saltanatının son yıllarında Karadeniz'i, Ege'yi birer Türk gölü haline getirdikten; kuzeyde Kırım Hanlığı'nı, kuzeybatıda Boğdan ve Eflak prensliklerini aldıktan, Mora yarımadasını ve Balkanları tamamen topraklarına kattıktan sonra, İtalya Yarımadası'na da atlamış ve çizmenin topuğunu ele geçirmişti.

   O yıllarda İtalya'daki Venedik, Ceneviz, Napoli, Floransa ve Milano hükümetleri arasında devamlı bir çekişme vardı ve bu durum Osmanlıların gözünden kaçmıyordu. Fatih bunu dikkate alarak Yunanistan'ın batısında, İyon Denizi'nin doğusunda bulunan Aya Mavra, Kefalonya ve Zanta Adalarının zaptına izin verdi. Bu adalara sahip olan İtalyan prensi Leonardo Tecco; Osmanlılara taahhüt ettiği vergiyi ödememiş, aynı zamanda Napoli Kralı ile ittifak etmişti. Bu, Türklere adaları ele geçirmek için bir gerekçe oldu.

   1479'da Gedik Ahmed Paşa küçük bir filo ile bu adaları kolayca ele geçirdi. Böylece Yunanistan kıyıları batıdan emniyete alınmış bulunuyordu. Fakat asıl amaç İtalya Yarımadasına yaklaşmıştı.

   Otranto Seferi

   Kaptanıderya Gedik Ahmet Paşa, 28 Temmuz 1480 günü, 132 gemiden oluşan bir donanma ile Avlonya limanından Otranto Seferine çıktı. Aynı gün hiç vakit kaybetmeden karaya 18.000 kara askeri, toplar ve 1000 kadar at çıkartarak Otranto kalesini kuşattı.

   Kalenin savunması şiddetli oldu ve kuşatmaya on dört gün dayandılar. Fakat bu süre içinde kaleyi savunan 22.000 kişinin yarıdan fazlası öldü. Nihayet 11 Ağustos 1480 günü Türk askerleri kaleyi ele geçirdiler, burçlara Türk bayraklarını diktiler.

   Bundan sonra Gedik Ahmet Paşa kuvvetlerini iki kısma ayırarak birini kuzeydoğuya, ötekini kuzeybatıya gönderdi. Otranto Seferi'yle Avrupa dehşet içindeyken, Gedik Ahmet Paşa İtalya'yı fethe hazırlanırken, Fatih'in vefat haberi geldi.

   Fatih'in yerine geçen oğlu İkinci Bayezit, Gedik Ahmet Paşa'yı Otranto Seferi'nden dönmeye mecbur etti. Böylece İtalya yarımadasının topuk kısmında az bir Türk kuvveti kalmıştı. Prens Alfons'un kuşattığı Otranto Kalesi, 10 Eylül 1481'de düşecek, sonraki tarihlerde İtalya projesi tekrar ele alınmayacaktı.

Kaynak:Muhteşem Türk Zaferleri

   

Otlukbeli Savaşı

otlukbeli zaferi
Otlukbeli Savaşı
   Akkoyunlu Devleti

   Oğuzların Bayındır boyunun bir oymağına mensup olan Akkoyunlular; Maveraünnehir ve Azerbaycan'dan Doğu Anadolu'ya gelip Urfa, Mardin ve Bayburt bölgelerine yerleştiler.

   Uzun Hasan, Ali Bey'in oğullarından idi. 1426 yılında doğdu. Annesi Saray Hatun'dur. Bazı eserlerde ismi Sare, Savra şeklinde yazılırsa da doğru değildir. Akıllı bir kadın ve siyasi meselelere meraklı olan Saray Hatun'u, Uzun Hasan elçi olarak Memluk Sultanı ile Fatih'e göndermişti.

   Uzun Hasan'ın iktidara gelişinden sonra Akkoyunlular fevkalade önem kazandılar. Akkoyunlu ülkesinin sınırları üç büyük devlet ile çevrilmişti. Karakoyunlu, Memluk ve Osmanlı.

   Buna rağmen Uzun Hasan önce Harput'u Dulkadirlilerden alarak Hısn-ı Keyfa Eyyubi devletini ortadan kaldırarak Bayburt, Şebinkarahisar ve Koyulhisarı ele geçirdi. Arkasından Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah Maveraünnehir Hükümdarı Ebu Said Miranşah ve Horasan Hükümdarı Hüseyin Baykara'yı yenerek topraklarına sahip oldu. Bu suretle Fırat havalisinden Maveraünnehir'e kadar uzanan büyük ve kuvvetli bir devlet kurmuş oldu.

   Savaşın Nedenleri:


uzun hasan resim
Uzun Hasan
   Başarıları ile gurura kapılan ve cihangir olmak sevdasıyla kabına sığmayan Uzun Hasan; bundan sonra rakip olarak Osmanlıları görüyordu. Nitekim o, Ebu Said'i mağlup ettiği gün atını meydana sürerek:

   "Bu diyarın serdarları şecaatim asarını (yiğitliğimin izlerini) gördüler. Fırsat elverirse, cüret ve celadetimi (cesaret ve bahadırlığımı) Hüdavendigar'a (Osmanlı Hükümdarı Fatih'e) göstereceğim." diyordu.

   Nitekim Fatih'e gönderdiği zafernamede galibiyetleri ballandırılıyor; son mektubunda ise İstanbul fatihine Mehmet Bey diye hitap ediyordu.

   Ancak Osmanlı Devleti'nin şimdiye kadar mağlup ettikleriyle kıyaslanmayacak kadar güçlü olduğunu bilen Uzun Hasan, Fatih karşısında başarı sağlayabilmek için Osmanlılar aleyhine Trabzon Rum Devleti'ni destekleyip koruması yanında, Papa, Kıbrıs Kralı ve Venediklilerle de anlaştı.

   Öte yandan Fatih Sultan Mehmet ise bir taraftan Avrupa'da fetih hareketleriyle meşgul olurken diğer taraftan Anadolu Türk birliği temine çalışıyordu. Ancak 1460 yılında Uzun Hasan'ın Osmanlı hududuna (sınırına) tecavüzü ve Koyulhisar'ı zaptetmesi, Fatih'i son derece müteessir edip öfkelendirdi. Bunun üzerine ordusuyla Erzincan üzerine yürüdü ve Yassıçemen denilen yerde ordugahını kurdu. Ancak Fatih'in hücuma hazırlandığı bu sırada Uzun Hasan'ın bir elçi heyeti geldi.

   Aralarında Uzun Hasan'ın annesi Saray Hatun'un da bulunduğu elçilik heyeti, Osmanlı ülkesi ve himayelerindeki yerlere tecavüz etmemek ve Trabzon-Rum İmparatorluğuna yardımda bulunmamayı kabul ederek bir anlaşma yapmaya muvaffak oldular. Fatih bu anlaşmayı yeterli görerek Trabzon Rum'ları üzerine yürüdü.

   Osmanlılarla baş edemeyeceğini düşünen Uzu Hasan, hazırlıklarına devam etmekten geri durmadı. Nihayet 1472 yılında yanına sığınmış bulunan ve himayesine aldığı Karamanoğlu Pir Ahmet ve Kasım Bey'lere 30.000 kişilik bir kuvvet katarak Yusufça Mirza komutasında Tokat'ı vurdurdu. Tokat'da yağma ve katliam yapan bu kuvvetler, Karaman topraklarına girerek aynı hareketleri tekrarladılar.

   Bölgede bulunan Gedik Ahmet Paşa, bunlara karşı koyamayacağını anlayınca Karaman Valisi Şehzade Mustafa'nın yanına çekildi. Fatih'in emriyle Anadolu Beylerbeyi Davud Paşa'da bu kuvvetlere katılınca Konya Valisi Şehzade Mustafa büyük bir süratle hareket ederek Kıreli mevkisine geldi. Neye uğradığını şaşıran Yusufça Mirza, Kıreli Meydan Savaşı'nda büyük bir hezimete uğradı. Yaralı olarak ele geçirilen Yusufça Mirza ve diğer esirlerle birlikte İstanbul'a gönderildi.

   Tokat'ın ve Karaman'ın tahribi, Fatih'i son derece üzdü. Bu sebeple sefer hazırlıklarına başladı. Osmanlı'nın sefere hazırlandığı sırada Uzun Hasan cesaretini büsbütün arttırarak Fatih'e gönderdiği mektupta Kapadokya ile imparatorunun kızının kocası olmak dolayısıyla Trabzon'un kendisine terk edilmesini istemekte idi.

   Fatih'in Uzun Hasan'a Mektubu


fatih resimleri
Fatih Sultan Mehmed
   Bunun üzerine: "Bâdema (bundan sonra ) elçimiz ok ve lafımız kılıçtır." diyen Fatih, Uzun Hasan'a yazıp gönderdiği mektubunda öfkesini ifade ederken kendisine de uzun uzun nasihatlerde bulunuyordu:

   "Ben Sultan Beyazit oğlu Mehmetoğlu Muradoğlu Sultan Mehmed'im. Sen Acem (İran) ülkesinin başbuğu büyük han, Hasan Han'sın.

   Bilesin ki kişi devletine mağrur olup haddini aşarsa insafsızlar arasına katılarak fren tanımaz ve bunun sonunda devletini ve ülkesini kaybeder. Senin kafanın içini şeytanca vesveseler kaplamıştır. Aklını başına topla. Bil ki bizim memleketimiz İslam yurdudur. Atalarımızdan beri devletimizin (fitili,mumu), küfür ehlinin yağı ile aydınlanmıştır.

   Sen eğer Müslümanlara karşı kötü amaçlar besliyorsan sen ve sana yardım edenler iman düşmanlarıdır. Bütün devlet ve şeriat düşmanlarını yok etmek için, atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. 

   Bundan önce annenin ricasıyla pençe-i gazabımdan kurtulmuştun. Biz de seni aklanmış kabul ederek affetmiştik. Halbuki senin gibi bir hainin benim adaletli yönetimimde saltanat ve istiklal davasında bulunması haramdır. Senin kendin gibi olan birkaç kimseye şiddet yoluyla galip gelmene, kendi topraklarında gösterdiğin gurur ve azametine, hatta bütün kudret ve şevketine bizim müsaade ve müsamahamız sebep oldu. Buna rağmen gurur ve sarhoşluk şarabı ile kendinden geçerek ve padişahların adaletle hükmettiklerini unutarak, adaletli idarem altında yaşayan Tokat'a ve Karaman ülkelerine askerlerini göndererek alçak huyun gereğince ahaliye zulmettirdiğin, bir takım şiddetlere başvurduğun ve rezaletlere sebep olduğun malumumuzdur. Onun için haddini bildirmek ve memleketini elinden almak üzere bu yılın baharında harekete karar verdik.

   Seni affetmek katiyyen düşünülmemektedir. Beyhude zahmet çekme. Sen, vilayet yıkmayı padişahlık mı zannettin? Çekinmeden, korkmadan topraklarımıza tecavüz ettiğin için kılıcımız senin göğsünde kana bulanmalıdır. Er isen meydana gel. Kadın gibi delikten deliğe girme. Hazırlıklarını yap, haber verilmedi deme. Zira ki vücûd-i habisin arzı telefdür ve bu bâbda özür ve bahane bertarafdır." (Dolayısıyla arzumuz pis vücudunu ortadan kaldırmaktır. Bu uğurda özür ve kusurun kabulümüz değildir.)

   Savaş Yaklaşıyor

   Fatih, kesin kararını Uzun Hasan'a bu mektubuyla bildirdikten sonra, Mısır Memluklerine elçi gönderip tarafsızlıklarını sağladı. Oğlu Cem Sultan'ı yerine vekil bırakarak Nisan ayında 100 bin kişilik bir ordu ile Üsküdar'dan hareket etti.

   Bursa Yenişehir'e geldiği zaman Rumeli Beylerbeyi Has Murat Paşa, Rumeli kuvvetleriyle orduya katıldılar. Karaman Valisi Şehzade Mustafa, Beypazarın'da; Amasya valisi Şehzade Bayezid, Kazova'da eyalet ve maiyet kuvvetleriyle orduya katıldılar.

   Ordu, Sivas'a geldikten sonra işler güçleşti. Çünkü bundan sonra çok dağlık ve sarp bir araziye giriliyordu. Hatta yüksek dağların aşıldığı sıralarda Osmanlı ordusu kar fırtınasına tutuldu.

   Yürüyüş halindeki ordunun öncü kuvvetlerinin başına Has Murat Paşa getirilmiş, peşinden de Davut Paşa gönderilmişti. Ordu bu şekilde kırk günden fazla bir yolculuk yaptığı halde hala Uzun Hasan'dan haber alınamamış ve Erzincan'a kadar gelinmişti. Bu arada Uzun Hasan'ın beş bin kişilik bir kuvvetiyle karşılaşıldı. Turhanoğlu Ömer Bey idaresindeki Osmanlı kuvveti, Akkoyunluların bu kuvvetlerini mağlup etti. Ganimet ve esirin yanında, Tercan'a gelindiği vakit, dağlara sığınanlar da gelip teslim oldu. Bu olaylar üzerine Akkoyunlu ordusuna yaklaşıldığını hisseden Fatih, Veziriazam Mahmut Paşa'yı öncü kuvvetlerin başına vererek Rumeli Beylerbeyi Has Murat Paşa ile birlikte ileri gönderdi.

   Uzun Hasan, Osmanlı ordusunun hareketinden daha önceden haberdar olduğu için büyük oğlu Uğurlu Mehmet kumandasındaki bir kısım kuvveti, sağını nehre verip arkasını dağlara dayayarak Fırat kenarında müsait bir mevkiye yerleştirmişti.

   Önden giden ve Tercan tarafından Fırat nehrini takip eden Has Murat Paşa, ufak tefek birkaç çarpışmadaki muvaffakiyetine güvenip daha ileri atıldı. Arkadan gelen Mahmut Paşa ona, ileri gitmeyerek Fırat nehrini geçmemesini tavsiye ettiyse de dinlemedi ve Mihaloğlu Ali Bey'in ileri gittiğini söyleyip nehrin ötesine geçti. Uğurlu Mehmet Bey kuvvetlerinin sahte bir gerilemesi üzerine daha ileri giden Murat Paşa, pusuya düşürüldü ve maiyetinde bulunan on iki bin kişilik kuvvetinin büyük kısmı öldü, kalanlar esir oldu. Kendisi de Fırat'da boğuldu.

   Bu galibiyet Akkoyunluları sevince boğarken Osmanlı askerinin moralini bozdu. Fakat bu durumdan Akkoyunlular faydalanamadı. Uzun Hasan, Murat Paşa kuvvetlerine, karşı başarı kazanan oğlu Uğurlu Mehmed'in hemen hücuma geçilmesi teklifini kabul etmedi. Bu hadiseden sonra Akkoyunlu kuvvetleri tekrar kayboldular. Bunun üzerine Bayburt yönünde ilerleyen Fatih, altı gün boyunca Uzun Hasan ve kuvvetlerinden haber alamadı. Fakat yedinci gün yani 11 Ağustos 1473 Çarşamba günü Tercan civarında Üçağızlı denilen dar ve geçilmesi zor bir yere gelindiğinde, tepelerde Akkoyunlu ordusu görünmüştü.

   Otlukbeli Savaşı

   İki Türk Devleti, iki Türk hükümdarı ve İki Türk ordusunun devlet mefhumunun tabii ve zaruri bir neticesi olarak karşı karşıya geldiği savaş, 11 Ağustos 1473'te Çarşamba günü Otlukbeli yahut Başkend mevkisinde yapıldı. Burası Erzurum'un Tercan ovasında ve "Üç Ağızlı" denilen yer civarındadır.

   Osmanlı ordusunun merkezinde Fatih Sultan Mehmet, sağ kolunda Şehzade Bayezit, sol kolunda Şehzade Mustafa, bulunuyordu. Şehzade Bayezit'in maiyetinde Gedik Ahmet Paşa, Şehzade Mustafa'nın maiyetinde de Anadolu Beylerbeyi Davut Paşa vardı. Karşı tarafta merkezde bizzat Uzun Hasan, sağ kolda küçük oğlu Zeynel Mirza vardı ve sol koluna da büyük oğlu Uğurlu Mehmet Bey kumanda ediyordu.

   Akkoyunlu ordusuna ilk saldıran Şehzade Mustafa oldu. Sağ kol kumandanı Kör Zeynel Mirza'yı ustaca manevralarla Azap askerleri içine çekerek öldürdü. Sonra da morali bozulan düşmana şiddetle saldırıp dağıttı. Şehzade Mustafa'nın zaferi ile Osmanlı lehine dönen savaş, sağ koldaki Bayezid'in tam zamanında taarruza geçerek Akkoyunluların sol kolunu dağıtması ile Fatih'in de topçu desteği ile harekete geçmesi, Uzun Hasan için felaket oldu. Savaşın seyri bozguna dönüştü.

   Sağ ve sol kanadın bozulduğunu gören ve evlat acısıyla yanan Uzun Hasan, Şehzade Bayezit kuvvetlerinin kendisine iyice yaklaştıklarını fark edince, atına atlayarak süratle savaş alanından çekilerek canını zor kurtardı.

   Sekiz saat süren Otlukbeli Savaşı sonunda Akkoyunlu ordusu müthiş zayiat verdiği gibi, pek çok kumanda da Osmanlı ordusu tarafından esir alındı. Bu durum karşısında Uzun Hasan kaçarken yanındaki, kendisinin savaşa girmesinin baş suçlularından olan, Karamanoğlu Pir Ahmet Bey'e şöyle çıkışıp pişmanlığını belirtmişti:

   "Behey Karamanoğlu! Hanedanın harap olsun. Bednâm (adı kötüye çıkmış) olmama sebep oldun. Benim Osmanoğlu ile ne işim vardı."

   Fatih, Otlukbeli Zaferiyle yıllardan beri kendisini tehdit eden Akkoyunlu tehlikesini, bir daha Osmanlılar için tehlike olmayacak şekilde ortadan kaldırdı. Akkoyunlu Devleti'nin kuvvetlenmesi ne kadar süratli oldu ise, zayıflayıp çökmesi de o kadar çabuk oldu.

   Savaştan sonra toplanmış olan divanda Uzun Hasan'ın takip edilip edilmemesi hususunda yapılan müzakereler sırasında, bir kısım devlet ileri gelenleri onun peşinden gidilmesini, şehir ve kasabalarının yağma ve tahrip edilmesini ileri sürmelerine rağmen İstanbul Fatih'i, bu fikre uymadı. Şu sözleriyle de gerçek bir lider ve gönüllerin fatihi olduğunu bir kez daha göstermiş oldu:

   "Maksadımız kendisini tedip etmekti (yola getirmekti). Bu fazlasıyla olmuştur. İntikam alacağım diye onun arkasından gitmek birçok yerleri harap etmek, mahvetmek demektir. Bu ise, günaha girmekten başka bir işe yaramaz. Aynı zamanda, Batı'da Hristiyanlara karşı girişmiş olduğumuz işlerin geri kalmasına sebep olur..."

   Uzun Hasan, "Otlukbeli Savaşı"'ndan sonra devletin merkezini Tebriz'e nakletti. Kaynaklarda: "Sultanü'l-âdil Hasan Han", "Sultanü'l-Galip Hasan Padişah" unvanları ile anılan Uzun Hasan, ilme ve ilim adamlarına çok değer verirdi. Kur'ân-ı Kerim'i Türkçe'ye çevirtmiştir. Hususi kütüphanesindeki kitaplar arasında Mevlana'nın "Mesnevi" si ile Aşık Paşa'nın "Garipname"si'nin bulunduğunu biliyoruz.

   Her cuma akşamı ilim adamlarını sarayında toplardı. İlim adamları bir konu üzerinde konuşurlar ve meseleleri tartışırlardı. Ünlü bilgin Ali Kuşçu'ya da çok itibar göstermiş ve onu elçilikle Fatih'e göndermişti.

   Otlukbeli Savaşı'ndan Sonra Akkoyunlu Devleti

   Uzun Hasan'ın ölümünden sonra, iç karışıklıklar iyice alevlendi. Bu karışıklıklar, devletin yıkılmasına kadar devam etti. Taç, taht ve çıkar kavgaları devletin parçalanmasını hızlandırdı. Fırsattan istifade eden Şah İsmail, sistemli olarak Akkoyunlulara hücum ederek bu devletin 1508'de yıkılmasına en büyük âmil (etken, sebep) oldu.

Kaynak:Muhteşem Türk Zaferleri/Muammer Yılmaz

Uyvar Kuşatması

Uyvar kalesi
Uyvar Kuşatması
   Sultan İbrahim'den sonra 1648 yılında tahta çıkan Dördüncü Mehmet henüz 7 yaşında idi. Saltanatı 45 yıl sürdü. Devleti uzun müddet anne Turhan Sultan idare etti. Sadrazamlığa getirilen Köprülüler sayesinde devlet işleri düzeldi.

   Bu devrin önemli dış olayları arasında Girit Savaşı dolayısıyla Venediklilerle mücadelenin yanında, Eflak ve Erdel isyanlarının bastırılması, Varad, Novigrat ve Uyvar Kalelerinin ve Girit'in Fethi ve İkinci Viyana Kuşatması ve bozgunu yer alır.

   1656'da bütün istekleri kabul edilerek sadrazamlığa getirilen Köprülü Mehmet Paşa, isyanları bastırmış, devlet otoritesini yeniden kurtarmak için hiç kimseye en küçük müsamaha göstermemiş, Ege'yi ablukaya alan Venedik donanmasını Çanakkale Boğazı'ndan püskürterek uzaklaştırmıştı.

   30 Ekim 1661'de vefat eden ihtiyar Köprülü, kendisinden sonra sadrazamlık için oğlu Fazıl Ahmet Paşa'yı tavsiye etmişti. Bu tavsiyeye uyan Dördüncü  Mehmet, Fazıl Ahmet Paşa'yı sadrazam yaptı.

   Fazıl Ahmet Paşa'nın sadrazamlığının ilk yılı dolmadan, Sultan Dördüncü Mehmet (Avcı Mehmet) 1645'ten beri sürüp giden Osmanlı-Venedik Savaşı'nı sona erdirmek için büyük bir sefer yapmaya karar verdi.

   Fakat bu sırada Avusturyalılar Erdel sınırını aşıp bazı kaleleri ele geçirdiler. Ayrıca Kanije yakınındaki Zerinvar Kalesi'ni inşa ederek buraya yığınak yapmaya başladılar. Bu durum karşısında Avusturya tehlikesini yok etmek işine öncelik vermek gerekiyordu. Veziriazam Fazıl Ahmet Paşa'nın da katıldığı savaş meclisinde durum uzun uzun tartışıldı. Sonunda Girit ve Venedik işinin şimdilik bir yana bırakılmasına, Avusturya'ya savaş ilanı edilmesine karar verildi.

   Fazıl Ahmet Paşa, 100 bin kişilik bir ordu ile Edirne'den hareket ederek önce Belgrad'a geldi. Belgrad ve Ösek'te Avusturya elçileriyle yaptığı görüşmede yeni yaptıkları Zerinvar Kalesinin yıkılmasını, Avusturya'nın eskisi gibi yılda 30 bin altın ödemeye devam etmelerini istedi.

   Bu istekler yerine getirilmeyince Fazıl Ahmet Paşa ordusunu harekete geçirdi ve 17 Ağustos'ta Uyvar Kalesi'ne gelerek Uyvar Kuşatması'nı başlattı. Bu sırada Kırım kuvvetleri de gelip Osmanlı ordusuna katıldı. Ayrıca, Eflak ve Boğdan Voyvodaları da bir miktar kuvvet göndermişlerdi.

   Kuşatmanın başladığı gün Fazıl Ahmet Paşa kale kumandanı Forgas'a bir mektup yazarak teslim çağrısında bulundu. Bu mektubunda: 

   "Uyvar'ı yerle bir edecek kadar güçlüyüz, eğer kaleyi kendi rızanızla teslim ederseniz kaledekilerin mal ve canlarına ilişilmeyecektir. Teslim olmazsanız hepiniz kılıçtan geçirileceksiniz... Macarlar padişahın kendilerine ne kadar şefkat etmekte olduğunu bilseler uğrunda evlatlarını bile kurban ederler." diyordu.

   Forgas bu teklifi reddedince ertesi gün kaleye hücumlar başladı. Uyvar Kalesi çok sağlamdı. Onun için kaleyi savunan Macarlar ve Avusturyalılar kendilerine güveniyorlar, cesaretle dövüşüyorlardı.

   Kuşatma ve saldırılar her gün artan bir şiddetle haftalarca sürdü. Fazıl Ahmet Paşa, ne pahasına olursa olsun kalenin alınmasını emretmişti. Göğüs göğse savaşlar birbirini takip ediyor, Türk askerleri kalenin burcuna Türk bayrağını çekmek için birbirleriyle yarış ediyordu.

   Kuşatmanın ve şiddetli savaşların 37.günü, 23 Eylül'de, Avusturyalı kumandan Forgas teslim bayrağını çekti ve vireyi görüşmek istediğini bildirdi. Alınmaz sanılan Uyvar teslim olacaktı.

   Varılan anlaşmaya göre, düşman askerinin serbestçe çıkıp gitmesine izin verilecek, mal ve ağırlıklarını taşımaları için kendilerine bin araba tahsis olunacaktı.

   Avusturyalılar, vire şartları arasına bayrak açıp trampet çalarak girmeyi de koydurmaya kalkınca Fazıl Ahmet Paşa hem kızmış hem de gülmüş ve şöyle demişti:

Fazıl Ahmet Paşa
Fazıl Ahmet Paşa
   "Utanmazsanız öyle yapın, davullarınızı dövün, borularınızı çalın, bayraklarınızı açın..."

   24 Eylül 1633 günü, Uyvar Kuşatması tamamlanmış Uyvar Kalesi'nde Türk bayrakları dalgalanmaktaydı. Budapeşte'nin 80 km kuzeybatısında, Viyana'nın 110 km doğusunda yer alan Uyvar Kalesi, Orta Avrupa'ya açılan en önemli kapıydı. Bu çok sağlam ve çok iyi savunulan kalenin alınması için Türk askerinin gösterdiği azim ve kahramanlık, bütün Avrupa'da hayranlıkla karşılandı. Bu çok güçlü kalenin alınması, büyük heyecan uyandırdı ve bu konuda hiçbir olayda görülmeyecek kadar çok yayın yapıldı. Herhangi bir işte örnek kararlılık, azim ve kahramanlık gösterildiğinde: "Uyvar önünde Türk gibi kuvvetli." denilmesi Avrupa'da bir atasözü, bir deyim olarak yerleşti

Kaynak:Muhteşem Türk Zaferleri/Muammer Yılmaz

Bali Bey ve Kanuni

Bali Bey ve Kanuni
Kanuni'nin Bali Bey'e Mektubu
   Belgrad'ın zaptında ve Mohaç Meydan Muharebesi'nde bulunan, her iki savaşta da büyük hizmetler ifa eden Serhat beylerinden, Bali Bey, Mohaç Zaferi'nden sonra bir mektup yazarak hizmetlerini sayıp dökmüş ve bütün bunlara mukabil kendisine bir Tuğ (Paşalık) verilmesini istemişti.

   Bu istek üzerine Kanuni; Bali Bey'e yazdığı mektupda çok büyük hizmetlerde bulunup devletin yüz akı olduğunu söylerken; henüz paşalık vaktinin gelmediğini, daha da gayret edip bu yolda iyice pişmesini isteyerek kendisini nazikçe uyarmakta ve teşvik etmektedir. Kanuni'nin bu mektubundan devlet çarkını döndürmeye çalışan nicelerimizin alacağı çok büyük ders ve ibretler vardır:

   "Yadigarım ve muhterem Lalam Gazi Bali Bey, Berhudar olasın, yüzün ak olsun.


malkoçoğlu bali bey
Bali Bey
   Bizden bir Tuğ (paşalık) dahi arzu eylemişsin. Henüz bir tuğ zamanı değildir. Sana Muhammed Aleyhisselâm'ın fetih tuğunu verdik. Bu ihsan üzerine iyilik olmaz. Bunun şükrünü bilip yerine getiresin. Bilesin ki bey olmak iki kefeli terazidir. Bir kefesi cennet ve bir kefesi (kafesi) cehennemdir. Bir an adaletle hükmetmek, yetmiş yıllık ibadetten efdaldir. 

   Ahireti hatırından çıkarmayasın. Serasker (ordu komutanı) olduğun yerlerde ve hükmünün geçtiği mahallelerde kimseye zulüm ve düşmanlık etmekten şiddetle sakınasın. Ahirette bize hitap olunursa senin yakana yapışırım.

   Ol vilayetleri kılıcımla fetheyledim demeyesin. Memleket, Allahuteala Hazretleri'nindir. Sakınıp nefsine gurur getirmeyesin.

   İslam askerlerine hiçbir veçhile zorluk çektirmeyesin. Nimeti bol veresin. Eğer hazinen tükenirse buraya bildiresin ki sana bir iki bin kese göndermekten aczim yoktur. Halkın fakirliğini büyük vazifelerle rencide etmekten şiddetle kaçınasın ki bizim halkımızı rahat görüp küffar halkı imrensinler. Meyil ve muhabbetleri bizim tarafa olsun.

   İmdi, Ey Gazi Bey! Sana dahi nasihatım odur ki atın yörüğünü, kılıcın keskinini saklayasın. Allahuteala Hazretleri uğrunu açık ve kılıcını keskin eyleye ve seni küffâr-ı hâksar (düşmanın, kafirlerin değersiz kulları) üzerine mansur (galip) ve muzaffer eyleye..."

Kaynak:Muhteşem Türk Zaferleri/Muammer Yılmaz

Erol Taş Vefatı

erol taş resimleri
Erol Taş Vefatı
   10 Kasım 1998 günü öğle vakti Teşvikiye Camii'nin avlusu Yeşilçamın "meşhur yüzleri" ile dolmuştu. Kimler yoktu ki?.. Cüneyt Arkın, İzzet Günay, Fikret Hakan, Kemal Sunal, Orhan Gencebay, Tekin Akmansoy, Hülya Koçyiğit, Perihan Savaş, Tarık Akan ve daha yüzlerce sima... O gün camiinin avlusunda bekleşenler "rol yapmaya" değil, hayatının "son rolünü" oynayan bir arkadaşlarını bu dünya misafirhanesinden yolcu etmeye gelmişlerdi.

   Hepsi de, rol icabı değil, gerçekten üzgündü. Yıllar yılı birlikte oynadıkları "kötü adam rollerinin" unutulmaz ismi Erol Taş'ı kaybetmişlerdi.

   "Kötü Adam"ın Kötü Günleri

   Sinemaya adım attığı 1953 yılından 1998 yılına kadar 830 filmde rol alan Erol Taş bir rekortmendi. En çok filmde rol alan aktör olarak "Yeşilçam Tarihi"ne geçmişti.

   Erol Taş'ın temel vasfı, kötü adam rolünü en iyi şekilde oynamasıydı. "Kötü adam rolünü" o kadar "iyi" yapıyordu ki, seyircilerin birçoğu bunun rol olduğunu düşünemiyordu. Bu yüzdendir ki Erol Taş Anadolu'da birçok defalar dayak yemekten güçbela kurtulmuştu.

   Filmlerde zalim, haydut, ırz düşmanı, katil gibi rolleri "ustalıkla" canlandıran, bazen de Rus generali gibi tipleri oynayan Erol Taş; defalarca bütün bu yaptıklarının "rol" olduğunu anlayamayan seyircilerin saldırısına maruz kalmıştı..

   Erol Taş "kötü adam rolü oynamaktan" hep memnun olmuş ve o rolleri severek oynadığını açıklamıştı. İşte bu şekilde kötü adam rolünü büyük bir beceriyle oynayan aktörün başına gerçek hayatta yığınla "kötü işler" gelmişti.

   Erol Taş'ın Vefatı'ndan önceki yılları derin acılar içerisinde kıvranmakla geçmişti. Kalp yetmezliği ve şeker hastalığı sebebiyle devamlı müşahede altında tutuluyordu. Bu hastalıkların yanı sıra, kangren teşhisiyle sol ayak parmakları kesilmiş ve ardından sol ayağı bileğine kadar alınmıştı. Bu acıların kısmen dindirecek ailevi huzurdan da mahrum yaşıyordu. İlk karısı ve ilk karısından olan çocuklarıyla görüşmüyordu. Damadıyla da başı dertteydi. Damadına torununu vermemek için hukuk mücadelesi veriyordu. Damadı eski kayın pederine karşı bütün Türkiye'de seyredilen bir rol yapmış ve Boğaz köprüsünden atlayarak intihar etmek için köprünün üzerine çıkmış, oradan güçbela aşağıya indirilmişti.

   Bu şekilde yığınla "acı günler" geçiren aktör, Yeşilçam'a adımını da "Acı Günler" isimli filmle atmıştı.

   Erol Taş Vefatı

   Teşvikiye Camii'nin avlusunu dolduranlardan kaçı bu gerçeği düşündü, bilemeyiz. Ama bilinen birşey vardı. Erol Taş'ın bu dünya sahnesindeki son görüntüleri 8 Kasım 1998 günü çekilmişti.

   Erol taş o gün kalp krizi geçirmiş, ikinci hanımı ve kızı tarafından hastahaneye götürülürken yolda son nefesini vermişti.

   "Kötü adam" rolünü en iyi oynayan, ancak etrafına kötülüğü dokunmayan aktör bu dünyadan ayrılmıştı.

   Kaynak:Meşhurların Son Anları/Burhan Bozgeyik

Şeyh Şamil Vefatı

şeyh şamil resimleri
Şeyh Şamil Vefatı
               Hayatı Cihatla Geçen Bahadır

   1870 yılının hac mevsiminde Mekke-i Mükerreme'ye akın eden onbinlerce mü'min çok sevinçliydi. Hem Arafat'a çıkıldığı gün Cuma'ya denk geldiği için "Haccı Ekber" yapmış olacak, hem adını yıllardır dillerinden düşürmedikleri İslam Kahramanı Şeyh Şamil'i göreceklerdi.

   Kâbe-i Muazzama'yı tavaf eden hacı adayları birbirine "Şeyh Şamil nerede?" diye soruyor, daha sonra ondan tarafa yöneliyorlardı. Mahşeri kalabalık izdiham meydana getirince idareciler herkesin bu şanlı mücahidi görebilmesi için onu Kabe'nin damına çıkarmaktan başka çare bulamadı. Böylelikle on binlerce mü'min Şeyh Şamil'i gördü.

   Medine-i Münevvere'de

   Medine-i Münevvere'ye ulaşan Şeyh Şamil'in aylardır devam eden rahatsızlığı iyice artmış bulunuyordu. Ancak o bu acılarına aldırış etmeyerek doğruca Ravza-i Mutaharaya gitmiş, Peygamber Efendimizin (sav) makberinin karşısında ellerini kavuşturarak selam vermiş, salat u selam getirmeye başlamıştı. Hastalığın acısını duymaz olmuştu. Mutluydu. Cenab-ı Hakk en büyük arzusunu gerçekleştirmeyi de nasip etmişti. Medine-i Münevvere'ye geldiğini işiten ahali, onu görmek üzere koşuşmaya başlamıştı.

   Şeyh Şamil, bu fani dünyadaki vazifelerini ve hazırlıklarını bitiren bir yolcu edasındaydı. Ahaliyle ve yakınlarıyla vedalaşıyor, helalleşiyordu.

   O ihlaslı çalışmış gayret etmişti. Yaptığı her işi Allah için, Allah'ın rızasını kazanmak için yapmıştı. Tıpkı Celaleddin Harzemşah gibi, muvaffak olup olmamayı değil, Allah yolunda gayret etmeyi düşünmüştü. Muvaffak edip etmemek Allah'ın bileceği işti. Kendisinin işi sadece ve sadece gayret göstermekti.

   Şeyh Şamil Vefatı

   17 Şubat 1871 günü Şeyh Şamil'in arzusu üzere Şeyh Ahmedürrıfai davet edilmişti. Odada sadece oğlu Muhammed Kâmil ile bu muhterem insan vardı. Şeyh Ahmedürrıfai "veda vaktinin" geldiğini anlamıştı. Devamlı Kelime-i Şehadet getiriyordu. Şeyh Şamil de şehadet parmağını kaldırarak şehadet kelimesini tekrarlıyordu. İşte bu şekilde akşam ezanına 15 dakika kala şehadet kelimesini söyleye söyleye Şeyh Şamil vefat etti, ruhunu Rahman'a teslim etti.

   Şeyh Şamil'in cenaze namazı Mescid-i Nebevi'de, yani Peygamber Efendimizin de (sav) medfun bulunduğu mescidde muazzam bir cemaatin iştirakiyle kılındı. Kafkasların bu şanlı mücahidi, Ehl-i Beyte, yani Peygamber Efendimizin ailesine mensup zevat-ı kiramın ve pek çok sahabenin bulunduğu Cennetü-l Baki'de, Ehl-i Beyt'in hemen yakınına defnedildi.

   74 yaşında Rahmet-i Rahman'a kavuşan bu İslam kahramanının mücadelesi zayi olmadı. Onun yaktığı istiklal meşalesi yıllar sonra yeniden, bu defa söndürülemeyecek bir şekilde alevlendi. Dudayev, Basayev gibi kahramanlar çıktı. Çeçenistan'da Rus ordularıyla mücadeleye giriştiler ve sonunda zaferi kazandılar.

   Şeyh Şamil'in Kafkaslar'da diktiği istiklal ve hürriyet filizi gür bir ağaç olmuş, etrafa dal budak salmıştı. Aradan yıllar geçmiş olsa da mü'minler onu sevgiyle, muhabbetle yâdetmeye devam ediyordu.

Kaynak:Meşhurların Son Anları/Burhan Bozgeyik

İstanbul'un Fethi

istanbul fetih resimleri
İstanbul'un Fethi
   Biz Türkler olarak tarih boyunca günümüze kadar iki yüzün üstünde devlet kurup devlet yıkarak muhteşem zaferlere imza atmışızdır. Bu zaferlerin en önemlilerinden biri de İstanbul'un Fethi'dir. Öyle ki bu kutlu belde ebediyen Türk ve İslam merkezi olması yanında Cihan Devleti olmamızı da sağlamıştır.

   Peygamberler Peygamberinin "İstanbul'un Fethi" müjdesi ile yıkanıp durulan üç kıtanın merkezi durumunda olan İstanbul; Bizans'ın elinde kan kaybediyor, kendini Türk ve Müslümanlaştırıp ayağa kaldıracak Türk hakanlarını bekliyordu.

   Gülenin yanında ağlayanın bile mutlu olduğu evliyalar ve şehitler beldesi İstanbul; 21 yaşındaki İkinci Mehmet'in düşlerini süslüyordu. O, gece uyuyamıyor, gündüz oturamıyor; her nefeste, fethedeceği İstanbul'a soluyordu.

   Bu nifak diyarı daha fazla Bizans'ın elinde kalamazdı. Üstelik baba İkinci Murat; oğlu İkinci Mehmet'e:

   "İstanbul'u al, gülzar yap." diyerek de vasiyet etmişti.

   İkinci Mehmet, ikinci kez tahta çıktığında yer yerinden oynamıştı. Yabancı devlet elçileri birbiri ardından Edirne'yi mekan tutuyorlardı. Hem ticaret hem ziyaret misali tebrik bir yana, onun gelecekteki tutum ve düşüncelerini de anlamaya çalışıyorlardı.

   İkinci Mehmet, niyetini belli etmemenin yanında, İstanbul'un Fethi arifesinde onları ürkütmek de istemiyordu. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez hesabıyla en fazla iltifatı da Bizanslılara gösteriyordu. 

   İkinci Mehmet, Sırp ve Macarlarla iki yıllık bir barış yaparak Batı sınırlarını güvence altına aldığı gibi, Bizans'ı da yalnız bıraktırıyordu.

   Her fırsatta ayak bağı olan Karamanoğlu İbrahim Bey de itaat altına alınıyordu.

   Bizanslılara sığınan Orhan Çelebinin masraflarına binaen 300.000 akçe verildiği gibi; Çorlu'ya kadar olan bazı yerler de onlara İstanbul'un hatırına terk ediliyordu.

   Şımaran Bizanslılar, Fatih'in başkaldıran Türk Beyleriyle uğraşmasını fırsat bilerek Orhan Çelebi'ye ödenen tahsisatın arttırılmasını istediler. Fatih, yine onlara dostça davranarak bu isteklerini düşüneceğini söylemiş ve niyetini yine belli etmemişti. Fakat İkinci Mehmet, Karaman seferinden döndükten sonra Orhan Çelebi için ayrılmış köylerin gelirine el koyduğu gibi, oradaki Rumları da kovdurttu. Dahası da Rumeli Hisarı'nın yapımına girişti.

istanbul fetih resimleri
İstanbul'un Fethi
   İkinci Mehmet, artık niyetini gizlemiyordu. Hem yararı da yoktu. 1452 yılının başlarında ülkenin her tarafına buyruklar gönderildi. Dülger, kireşçi, duvarcı gibi yapı ustaları davet edildi.

   Rumeli Hisarı, Avrupa'dan gelecek asker ve mühimmat yardımını kesmek için Yıldırım Bayezit'in yaptırdığı Güzelce (Anadolu) Hisarı'nın tam karşısına yapılacaktı.

   İstanbul'un dibinde, Boğaz'ın kıyısında bir hisar yapılacağını anlayan imparator ve halkı, büyük korkuya kapıldı. Rumeli Hisarı'nın yapımını önlemek için, İkinci Mehmet'e elçiler gönderildi. Bizanslılar, ondan Rumeli Hisarı'nın yapımından vazgeçtiği takdirde Orhan Çelebi'nin tahsisatını istemeyeceklerini, üstelik de ödemekte oldukları vergiyi arttıracaklarını bildirdiler.

   İkinci Mehmet, huzuruna gelen Bizans elçilerine: "Bu hisarı ülkenin güvenliği için yaptırıyorum. İmparatorunuz Varna Savaşı sıralarında Rumeli'ye geçişimizi boğazı kadırgalarla kapatarak engellemişti. Babam Rumeli yakasında bir kale yaptırmaya, daha Varna Savaşı sırasında ant içmişti. O andı, şimdi ben yerine getiriyorum.

   Kendi topraklarım üzerinde dilediğimi yaparım. Bunu engellemek için elinizde ne hak ne de güç vardır. Boğaz'ın iki yakası da benimdir.

   Anadolu yakası benimdir; çünkü halk Osmanlıdan ibarettir. Rumeli Yakası da benimdir çünkü siz savunmasını bilmiyorsunuz.

   Gidiniz efendinize söyleyiniz ki şimdiki Osmanlı Padişahı kendisinden öncekilere hiç benzemez. Bizim kılıcımızın eriştiği yere, imparatorunuzun hayali bile yetişemez."

   Elçilerin dönmelerine izin veren İkinci Mehmet, bir daha bu ve buna benzer gelecek hiçbir elçiyi kabul etmeyeceğini sert bir şekilde bildirip uyardı.

   Boğazın en dar yerinde (700 m), Anadolu Hisarı'nın karşısına yapılacak olan Rumeli (Boğazkesen) Hisarı'nın temeli 12 Mart 1452'de atıldı. Fatih'in bile taş taşıdığı hisar; akıllara durgunluk verecek bir şekilde 132 gün gibi kısa bir sürede bitirildi.

   Rumeli Hisarı'nın Firuz Ağa kumandasında 400 asker emniyetini sağlayacaktı. Boğazdan geçecek gemiler kontrol edilmeden İstanbul'a giremeyeceklerdi. Emri dinlemeyenler batırılacaktı.

   İstanbul'un defalarca kuşatılmasına rağmen İstanbul'un Fethi'nin tamamlanamamasının en önemli nedenlerinden birisi de surları yıkacak olan topların olmamasıydı.

   Bütün bunları yakından bilen İkinci Mehmet, İstanbul'un çok sağlam olan çift katlı surlarını yıkmanın ancak topla mümkün olacağını düşünerek o tarihe kadar görülmeyen sayı ve çapta topların dökülmesi işine, Muslihittin Saruca Paşa ile Macar Urban adlı kişileri görevlendirdi.

   Urban, geçim sıkıntısı çektiği ve ücret konusunda İmparator Konstantin ile anlaşamadığı için Bizans'tan kaçarak Osmanlı hizmetine girmiş bir dökümcüydü.

   O zamana kadar dünyada eşi yapılamayan üç adet "Şahi" ve 127 tane de diğer toplardan döktürüldü.

   Şahi topları yüz manda çekebiliyordu. Topların taşınması için elli çift manda ile 700 asker kullanıldı. İki ayda Edirne'den İstanbul önlerine getirilen toplar; 6 Nisan 1453 günü surları dövmeye başladı.

   Yüksekliği 17 metre, kalınlığı 4 metre olan İstanbul surları dünyanın en kuvvetli surlarıydı. Bizanslılar surları su dolu hendeklerle çevirdiler. Hendeklerin genişliği 9, derinliği 18 metreti aşıyordu.

   Çift katlı surlar ve üzerinde bulunan kuleleri suda bile yanan "Grejuva" denilen Rum ateşi ile takviye edilmişti.

   Bizanslılar yumuşak karın olarak kabul ettikleri Haliç'i 5 km uzunluğunda bir zincirle kapattılar. Bu zincir 12 bin şehidimize mal olacaktı.

   Haliç'i kapatan zincirin gerisinde de 14 savaş gemileri vardı.

   6 Nisan 1453 Cuma günü, cuma namazından sonra İstanbul'un kuşatması başladı. İkinci Mehmet'in yanında hocaları ve ünlü bilginler vardı: Akşemsettin, Akbıyık Dede, Molla Gürani, Molla Hüsrev... Sultan Mehmet, 15 bin kişilik birliğiyle merkezde, Topkapı-Edirnekapı arasında bulunuyordu.

   Sağ kanada Anadolu Beylerbeyi İshak ve Vezir Mahmut Paşalar kumanda ediyordu. Bunlar 50 bin kişilik Anadolu askeri ile Yedikule-Topkapı arasındaki bölgeyi tutmuşlardı.

   Sol kanada kumanda eden Anadolu Beylerbeyi Karacabey 50 bin kişilik Rumeli askeriyle Edirnekapı-Tekfur Sarayı arasını tutmuştu.

   Zağnos Paşa, Beyoğlu tepelerini tutuyordu. Böylece Galata'daki Cenevizlerin Bizans'a desteklerini önlüyordu.

   Sultan Mehmet dini vecibeyi yerine getirmek için Vezir Mahmut Paşa'yı elçi olarak İmparatora gönderdi. Paşa, İmparatora Türk ordusunun çok kuvvetli, Sultan'ın azimli olduğunu, İstanbul'u teslim etmekten başka çare olmadığını söyledi.

   Eğer şehir vire ile teslim edilirse halkın canına ve malına dokunulmayacak ve kan dökülmeyecekti.

   İmparator teslim olmayı kabul etmedi. O, aslında hala Avrupa'dan gelecek yardıma güveniyordu.

   Kuşatma tekrar başladı. Türk toplarından atılan gülleler, surlarda derin yaralar açıyordu. Gelibolu'da kızağa konan donanma da Dolmabahçe önünde toplandı. Baltaoğlu Süleyman Bey komutasındaki donanma, Dolmabahçe önlerine gelmeden önce Büyükada, Heybeli, Kınalı ve Burgaz adalarını fethetmişti.


istanbul fetih resimleri
İstanbul'un Fethi
   Türk donanması Haliç'i kapatan zinciri kırmak için harekete geçti ise de buna muvaffak olamadı. Surlara tırmanma teşebbüsümüz de Cenevizli Gimistiniani komutasındaki Bizans askerlerinin karşı koyması üzerine sonuçsuz kaldı.

   İkinci Mehmet şehre girebilmek için surların bir süre daha dövülmesini ve gedikler açılmasını söylüyordu.

   20 Nisan günü beş büyük geminin Bizans'a yardım için geldikleri görüldü. Bunlardan dördü Cenevizlilere, biri de Bizans'a aitti.

   Beş gemi yan yana Sarayburnu açıklarına girdiler. Lodos bu gemilerin yelkenlerini dolduruyor, akıntı da Haliç yönüne gitmelerini kolaylaştırıyordu.

   18 gemilik Türk filosu bu beş gemi Sarayburnu açıklarında kapıştılar. Ceneviz ve Rum gemileri Grejuva ateşi de kullanıyorlardı. Birden şiddetlenen rüzgar Rum ve Latin gemilerinin ekmeğine bal oldu. Türk gemileri ile araları açıldı. Savaşın seyri değişti. Beş gemi Haliç'e girdi.

   Sultan Mehmet denizdeki çarpışmayı heyecan içinde kıyıdan takip ediyordu. Kendisini tutamayan Cihangir, Canbulat adlı beyaz atını denize sürerek Süleyman Bey'e emirler yağdırıyordu. 

   Deniz savaşını kaybeden Süleyman Bey azledildi ve yerine Hamza Bey getirildi. Bu olay İkinci Mehmet'in ve ordunun moralini bozdu. Bu sırada Papa, Venedik ve Macarlardan gelecek yardım şayialarının yayılması üzerine Veziriazam Çandarlı Halil Paşa kuşatmayı kaldırılmasını teklif etti ise de İkinci Mehmet, bu teklifi kesin olarak ve sert bir şekilde reddetti.

   İstanbul'u Fethetmenin kestirme yolunu Haliç'i ele geçirme gören Sultan Mehmet; deniz savaşının ertesi günü dahiliğini bir kez daha göstererek 72 parçalık gemisini 21-22 Nisan Pazar günü gecesi karadan yürüterek Haliç'e indirtti. Aslında bu olay akıllara durgunluk verecek şekilde azametli bir işti.

   Şimdi kuşatmanın gidişi tamamen değişmişti. Bizans ve Latin donanması iki taraftan sıkıştırılmış, kıpırdayamaz hale getirilmişti.

   Bu arada Bizanslılar, Haliç'e inen Türk gemilerini yakmak için bir baskın yaptılarsa da baskıncıların hepsi de öldüler.

   İkinci Mehmet, binden fazla fıçıyı ve sandalı demir çengellerle birbirine tutturup üzerine kalaslar döşeyerek Haliç'te 380 metre uzunluğunda bir köprü meydana getirdi. Türk askerleri bu sayede iki kıyı arasında gidip gelebileceklerdi.

   Haliç'e inmesi bir yana, bir de köprü yapmaları Bizans'ı perişan etmişti. Köprüyü ve gemileri yakmak için ikinci bir teşebbüste bulundularsa da yine muvaffak olamadılar ve pek çok da zayiat verdiler.

   Bu ikinci teşebbüsün de başarısızlıkla sonuçlandığı gün Bizanslılar büyük bir öfke ile ellerinde tutsak bulunan 260 Türk'ü hisarlara çıkararak boğazını kesip kesik başlarını da mazgallara attılar. Oysa bu olay, fetih azmini daha da güçlendirdi.

   İmparator son bir ümit olarak İkinci Mehmet'e bir kez daha barış teklifinde bulundu ise de o: "Ya ben Konstantiniyye'yi alırım ya da Konstantiniyye beni!" diyerek bir kez daha reddetti.

   Yer altında yapılan kıran kırana mücadele yanında tekerlekli kuleler vasıtasıyla surlara çıkan Türk askerleri ile Bizanslılar arasındaki çarpışmalar cansiperane devam ediyordu. İstanbul'un fethine artık; gün, saat kalmıştı. Bizanslılara son teslim teklifi yapıldı ise de Macarlardan yardım geleceği ümidi içinde bu teklif ikinci kez reddedildi.
istanbul fetih resimleri
İstanbul'un Fethi

   Bizanslılarca, son teslim çağrısının reddedilmesinden üç gün sonra Türk karargahına gelen Macar elçisi kuşatma kaldırılmazsa Macar ordusu ve Haçlı donanmasının harekete geçeceği tehdidine, her şeye rağmen İkinci Mehmet cevap bile vermek istemedi ise de savaş meclisini topladı.

   Sultan başta olmak üzere Akşemsettin, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Zağanos Paşa fethe kadar çarpışmaya taraftar idiler. Çandarlı Halil Paşa muhalif kalmıştı. Onun endişelerini Sultan Mehmet yersiz buluyordu.

   28 Mayıs gecesi Türk gemilerinde fenerler, kandiller, mumlar, çıralar yakılmış, muhteşem bir şehrayin (mum donanması) meydana getirilmişti. Davul, trampet, boru sesleri ve tekbir sedaları göğe yükseliyordu.

   29 Mayıs Salı günü güneş doğmadan kalkan İkinci Mehmet, kısa bir konuşma daha yaparak ön saflara geldi ve hücum emrini verdi. Kan gövdeyi götürüyordu. Surlara 2000 merdiven dayanmış, 50 bin yiğit ileri atılmıştı. Kabaran bir deniz gibi taştıkça taşıyordu. Rum ateşi, kaynar yağ, ok onları durduramıyordu.

   Hücumun odak noktası Topkapı denilen bölgede yoğunlaşmıştı. Cenevizli Giustiani yaralanmış, savaş meydanını terk etmişti.

   Ulubatlı Hasan, taş ve ok yağmuru altında surlara sancağı dikiyor ve şehit oluyordu. Hasan'ın ardından ve surların başka yerlerinden Türk askerleri engelleri dalga dalga aşarak hedefe kilitleniyorlardı. Cebe Ali Bey, Haliç surlarını, Karaca Paşa Tekfur Sarayı surlarını, Hamza Bey Marmara sularını yararak içeri girdiler. Bu arada İmparator Konstantin Dragezes de, ölüler arasında bulunuyorlardı.

   İlk Kızılelma İstanbul, 29 Mayıs günü fethediliyor; İkinci Mehmet de "Fatih" unvanını alıyordu.

   Fatihler Fatihi yanında hocaları Akşemsettin, Molla Gürani, Molla Hüsrev olduğu halde doğruca Ayasofya'ya giderek şükür secdesine vardı. Ayasofya'yı İstanbul'un Fethi timsali olarak camiye çevirdi.

   Patriği yerinde bırakan Fatih; kendisine 50 gün mukavemet eden ve birçok Müslümanların şehit edilmesine sebep olan Bizanslılara, can, mal ve din hürriyetini vererek yıkılan ve yakılan İstanbul'un imarına çalıştı.

Kaynak:Muhteşem Türk Zaferleri/Muammer Yılmaz

Yavuz Sultan Selim Vefatı

yavuz sultan selim resimleri
Yavuz Sultan Selim Vefatı
                 İttihadı İslâm Sevdalısı Cihangir Padişah

   Topkapı Sarayının bahçesinde, Hasan Can’la sohbet edip, çıkacağı yeni sefer üzerine görüşme yapan Yavuz Sultan Selim, bir ara, sözü bambaşka bir mevzuâ. getirdi. “Sırtıma güya.” bir diken batub azab virür.” dedi. Hasan Can birkaç gündür, padişah’m bir ızdırabı olduğunu sezmişti, ancak bunu sorma fırsatını bulamamıştı.

   Hasan Can:
   "Müsaade it de görelüm, Sultanum" dedi. Yavuz, sırtındaki çıbanı Hasan Can’a gösterdi. Sadık nedim’i, çıbanı gördükten sonra, bir hakime göstermesini ve oraya merhem sürülmesini tavsiye etti. Yavuz verdiği acıya rağmen, çıbanı ehemmiyetsiz bir sivilce olarak görüyordu.
   “Bunca küçük bir nesne için merhem olur mu?” dedi.
   Yavuz o gece sırtının ağrısından gözünü yummamıştı. Sabah namazım kılar kılmaz, doğruca sarayın hamamına gitti. Çıbanı yumuşattıktan sonra sıktırıp, cerahatı akıtmak ve rahatlamak istemişti. Düşündüğünü yaptırdı. Ne var ki acı azalacağına artmıştı. Kararlaştırıldığı günde sefere çıkıldı (18 Temmuz 1520). İlk önce Edirne’ye gidilecek, orada hazırlıklar ikmal edildikten sonra yeni bir sefere çıkılacaktı.
   Hasan Can padişahın durumunun gittikçe ağırlaştığını farkediyor, bu durumdan endişe ediyordu. Fakat, padişaha konaklama teklifinde bulunmaya da cesaret edemiyordu.
   Yavuz, Çorlu yakınlarında daha önce babası Sultan II. Bayezıd’ın vefat ettiği yere gelince, at sırtında daha fazla gidemeyeceğini hissederek, ordugahın kurulmasını emretti.
   Otağ-ı Hümâyün derhal kurulmuştu. Yavuz, Hasan Can’la birlikte içeri girdikten sonra, Hasan Can’dan sırtına bakmasını istedi. Hasan Can, padişahın sırtına bakar bakmaz, yüreğimin acı ile kavrulduğunu hissetti. Şanlı cihangirin sırtı kana boyanmıştı. Hemen bir hekim çağırdı. Gelen hekim yaraya bakınca bunun şirpençe adı verilen bir çıban olduğunu anladı, tedavisi mümkündü. Ancak çıban zedelenmiş, iltihaplanmıştı.
   Hekimler yaraya ilaç sürüp sardılar. Ancak vakit geçtikçe, padişahın durumu düzeleceğine daha da ağırlaşıyordu. Günler, haftalar geçiyor, padişah bir türlü iyileşmiyordu.
   Yavuz, 22 Eylül 1520 gününün ilk saatlerinde durumunun her günkünden daha da ağırlaştığını hissetti. Her zaman başucunda bulunan Hasan Can da durumu farketmişti.
   Yavuz, Hasan Can’a dönerek:
   "Hasan Can, ne haldir?" diye sordu.
   Hasan Can, hakikati saklamaya lüzum görmeden cevap verdi:
   "Sultanım, Cenâb-ı Hakka teveccüh idüp Allah'la olacak zamandır!" 
   Yavuz:
   "Bizi bunca zamandan berü kimün ile bilür idün?..
   Cenab-ı Hakk'a teveccühümüzde kusur mu fehm ittün?"
   "Haşa ki bir zaman zikr-i Rahman'dan gufül müşahede etmiş olam. Lâkin bu zaman, gayri ezmana benzemedüğü cihetden ihtiyaten cesaret eyledüm!"
   "Bu dünya bir padişaha çok, iki padişaha azdur" diyen ve İ'la-yı Kelimetullah mefkuresi ile yola çıkarak büyük zaferler kazanan, İttihat-ı İslam'ı büyük ölçüde temine muvaffak olan Yavuz, Beka Alemine göçme vaktinin geldiğini, günler öncesinden anlamıştı zaten.
   Hasan Can'a:
   "Sure-i Yasin tilavet eyle!" dedi.
   Hasan Can ağır ağır okumağa başladı. Yavuz da ayeti kerimeleri tekrar ediyordu. Yavuz, ruhunda bir ferahlık hissetti. Hasan Can'a Yasin suresini bir daha okumasını söyledi. Bu ikinci okuyuşta da ayet-i kerimeleri söylüyordu. Tam, "Selâmün kavlen min Rabbirrahim" ayetini okurken ruhunu Rahman'a teslim etti. Hasan Can, ayeti kerimenin gerisini okumuş, Padişah'ın okumadığını görünce başını kaldırıp bakmış ve o anda sevgili padişahının ruhunun beka alemine göçtüğünü anlamıştı. Hasan Can ağlamaya başladı, fakat kendini çabuk toparladı. Şehzade Süleyman gelinceye kadar durumu askerlerden saklamak gerekti.
   Hasan Can, durumu sadece Hâsodabaşı Süleyman Ağaya bildirdi. Öğleye doğru padişahı ziyaret için gelen Vezir-i Azam Piri Mehmed Paşa Otağ-ı Hümayun'a girince duruma muttali oldu. Koca Vezir gözyaşlarını zaptedemeyerek ağlamaya başladı.
   Piri Mehmed Paşa, bir yandan Şehzade Süleyman'ı payitahta davet için adam gönderirken, bir yandan da Divanı toplamış ve hiç bir şey olmamışçasına toplantı yaparak üyelerden askere hiç bir şey sezdirmemelerini istemişti. Hekimlere de, güya tedavide başarılı oldukları için mükafat verildi.
   Mehmed Paşa, Şehzade Süleyman'ın Dersaadet'e ulaştığını öğrenince durumu askerlere bildirdi. Yeniçeriler külahlarını yere atarak ağlamağa başladı. Hepsi de birlikte zaferden zafere koştukları Hünkarlarının bu ani ayrılışı karşısında çok mahzun olmuşlardı. Askerlerin gözyaşları İstanbul'a gelinceye kadar dinmek bilmedi.
   Yavuz Sultan Selim'in cenazesinin getirildiğini öğrenen ahali yollara dökülmüştü. Herkes ağlaşıyordu. Kanuni Sultan Süleyman babasının cenazesini şehrin dışında karşıladı ve cenazenin yanıbaşında yaya olarak yürüdü.
   Yavuz'un cenazesi Fatih Camii'ne getirildi. Yüzbinlerce İstanbul'lunun iştirak ettiği cenaze namazını müteakip, günümüzdeki türbesinin olduğu yere defnedildi. Kanuni, bilahare, babasının adına bir cami ile, makberinin üzerine bir türbe yaptırdı.
Kaynak:Meşhurların Son Anları/Burhan Bozgeyik

Necip Fazıl Kısakürek Vefatı

   
necip fazıl resimleri
Necip Fazıl Kısakürek Vefatı
   Necip Fazıl evine çekilmiş, yarım kalan işlerini bitirmek ve elini çabuk tutup "yolculuğa çıkmadan önce" bütün işlerini tamamlamak isteyen bir "seferi" havasında hani hani. çalışıyordu. O sıralarda bir haber geldi. “Vatan Hâini Değil, Büyük Vatan Dostu Vahidüddin" isimli eseri toplatılmış ve bu eserden dolayı, "Atatürk’e hakaretten" dâvâ açılmıştı.
   Eserde, “M. Kemal’i Anadolu’ya Sultan Vahidüddin Gönderdi” deyişi “hakâret” telakki edilmişti. Hakkında açılan dâvâ süratle neticelenmiş ve iki sene hapse mahkum olmuştu. Yıl 1982 idi. “Çiçeği burnunda” ihtilâl bütün şiddetiyle devam ediyordu. Necip Fazıl o ilerlemiş yaşına bakılmaksızın hapse konulacaktı. Ama rahatsız& Hastalığı sebebiyle cezası ertelendi. Hatırlı kişiler devreye girdi. İhtilalin lideri olan ve Anayasa oylamasıyla birlikte otomatik olarak Cumhurbaşkanı sıfatını kazanan Kenan Evren’e müracaat ettiler. Cumhurbaşkanlarının hasta mahkumları affetme selâhiyeti vardı. Ancak ihtilalin lideri af teklifini hiddetle ve şiddetle geri çevirmişti. Bu teşebbüslerden Necip Fazıl’ın haberi olsaydı, ondan daha büyük bir şiddetle ve hiddetle “af için müracaat edilmesini reddederdi. Nitekim teşebbüsleri öğrenince öfkelendi de.
   Necip Fazıl için hapis mühim miydi?.. O dâvâsı uğruna her türlü çileyi göze almış ve bu uğurda defalarca hapis yatmış, türlü eziyetlere mâruz kalmıştı. 1943, 1947, 1950, 1951, 1952, 1957 ve 1960 seneleri onun “Medrese-i Yusufiye”de kaldığı yıllardı. Mevkufiyeti bazan 1 gün, hazan 18 ay sürmüştü.

   Çile ve mücadele

   Çile ve mücâdele Necip Fazıl’ın hayatını hülâsa eden iki kelimeydi. Çileler onu mücadelesinden vazgeçirememişti. Eline para geçtikçe o parayı son kuruşuna kadar dâvâsı ve mücadelesi için harcamış, “Büyük Doğu” gazetesini yayınlamıştı. 
   Necip Fazıl’ın yanında paranın hiçbir değeri yoktu. Para onun için sadece ve sadece dost ve ahbaplarına ikram ve dâvâsını neşretme “vasıtası” idi.
   Sıra İslami değerlere düşman olanlara geldi mi, kalemi tıpkı akıncıların kılıcına benzerdi. İslama saldıranlar Necip Fazıl’ın kalemine hedef olmaktan çekinirlerdi. Necip Fazıl da hasımlarının “parasızlıktan” sıkıntı çektiğini ve yaptığı neşriyatın bu yüzden tatile uğradığını bilmelerini istemezdi. Mustafa Özdamar, bu hususta Sezâi Kara-koç’tan naklen şöyle enteresan bir hâtırayı kaydediyor:
   Üstad’ın günlük gazete çıkardığı yıllarda, bir gün paralan bitince Üstad Necip Fazıl, Sezâi (Karakoç) Bey’e: ‘Ne yapacağız Sezâi?’ demiş.
   "Sezâi Bey de: ‘Valla Üstadım, yapacak pek bir şey yok! Yarından itibaren, yeni bir imkân yakalayıncaya kadar çıkamayacağız herhalde’ deyince, Üstad: Bak Sezai, ben, Falih Rıfkrya, Ahmed Emin Yalman’a, Hüseyin Câhid’e – daha böyle bir sürü isim sayarak- ben bunlara, Büyük Doğu parasızlıktan kapandı, dedirtmem!… demiş. Bunlara arkamızdan def çaldırtmayacağım ben! demiş, diretmiş.
   “Sezâi Bey: İyi hoş da ne yapacağız Üstadım peki? diye sorunca: Bak, demiş Sezâi, sistemin burnuna üfüren, suç unsuru ihtiva eden bir manşet atacağız! Sonra da savcılığa ihbarda bulunacağız telefonla: Bugünkü Büyük Doğu’yu gördünüz mü Savcı Bey! diyeceğiz.
   “Biz bu ihbarı yapınca Savcılık Büyük Doğu’yu toplatarak bir müddet kapatacak! Sistemin kuklalan da, bizim gizli planımızı bal gibi yutarak: “Büyük Doğu toplattırılarak kapatıldı!… diye manşet çekecekler.
   “Bu dediğini hakikaten de yapmış Üstad. Yapmış ve hüküm de giymiş o sayıdan dolayı.
   “İslam'ın izzetini koruyan adam Necip Fazıl, böyleydi işte!..” (Üstad Necip Fazıl / 39)
   Önce Alkışla, Sonra Hırpala!
   Necip Fazıl’ın "hasmı" kalemlerin tamamı, "önceleri" Necip Fazıl’ı methetmek için birbirleriyle yarışmaktaydı. Ta ki 1934’e kadar. Hatta 1940’a kadar.
   26 Mayıs 1904’te dünyaya gelen Necip Fazıl 15 yaşındayken şiire başlamış, 1923’te artık, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Halide Edip, Fuat Köprülü gibi meşhur edip ve şairlerin yazdığı mecmualarda şiirleri yayınlanmaya başlamıştır. Şiirleri mektep kitaplarında yer almakta, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi edebi tahlil yapan uzmanlar onun san’atını methetmektedir. Necip Fazıl 1934’te Abdülhâkim Arvasi ile tanışır. O tarihten sonra da eserlerindeki üslup ve muhteva tamamen değişir. O andan itibaren de bir zaman kendisini alkışlayıp metheden çevreler, onu ya görmezlikten gelmeye, ya da şiddetle tenkit etmeye başlar.

   Sultanü’s-Şuâra

   Necip Fazıl artık, sisteme meddahlık yaparak isim yapmış, mevki kapmış     olanların medihlerine de yermelerine de beş para ehemmiyet vermemektedir. Harıl harıl eser telif etmekte, imkan buldukça Büyük Doğu’yu çıkartmakta, Anadoluyu adım adım gezerek konferanslar vermektedir. Mü’minlerin teveccühü ve duâsı, onu, 1934 öncesindeki meddahların yazılarıyla ve sözleriyle kıyaslanamayacak ölçüde mes’ud etmektedir.
   Hayatındaki unutulmaz anlardan biri de 25 Mayıs 1980 tarihinde yapılan merasimdir. Kültür Bakanlığı ile Türk Edebiyatı Vakfı’nın müştereken tertipledikleri mera-simde bir "vefâ örneği" sergilenmiş, kültürümüze emek veren değerli bir ismin unutulmadığı herkese gösterilmiştir. O gün yapılan merasimde kendisine "Sultanü'ş-Şuara" (Şairler Sultanı) ünvanı verilmişti..

   "Bana Kur’an Oku"

   25 Mayıs 1983 günü, gece saat 1’den sonra Necip Fazıl, oğlu Ömer’i yanına çağırmıştı. Fenalaşmıştı. Oğluna, "Beni kaldır ve oturt!" demişti.
   Necip Fazıl yatağına oturunca, elini amma götürmüş, ufuklarda bir yolcu ararcasına uzaklara bakmış, tebessüm etmiş ve oğluna tekrar son talimatını vermişti: “Beni yatır!”
   Yattıktan hemen sonra, "Bana Kur’an oku! Yâsin suresini oku!" demişti.
   Tıpkı Hasan Can’ın Yavuz Sultan Selim’e okuduğu gibi, oğlu Ömer de Yasin suresini okumaya başlamıştı. Bu arada Necip Fazıl’ın yüzünde boncuk boncuk ter belirmeye başlamıştı. Süre henüz bitmeden Necip Fazıl Kelime-i Şehâdet getirmeye başlayınca, oğlu okumaya ara vererek babasına bakmış ve sevgili babasının ruhunu Rahman’a teslim ettiğini görmüştü.
   Ölüm Şiirleri
   Ölüm, bir son değil, bir başlangıçtı. Cenab-ı Hakkın “Kudret” dairesinden tekrar "ilim" dairesine geçişti. Hiç ölünmeyecek ebedi bir hayatın başlangıcıydı. Dostlarla bir arada olunacak bir “düğün merâsimi”ydi. İşte Necip Fazıl yıllar öncesinden manzum olarak bu hakikatleri terennüm etmiş ve kendi ölümü başta olmak üzere ölümü her zaman sıcak bir tebessümle karşılayacağını ifade etmişti.
   Ölüm, bir son değil, bir başlangıçtı. Cenab-ı Hakk'ın "Kudret" dairesinden tekrar "İlim" dairesine geçişti. Hiç ölünmeyecek bir ebedi hayatın başlangıcıydı. Dostlarla bir arada olunacak bir "düğün merasimi"ydi. İşte Necip Fazıl yıllar öncesinden manzum olarak bu hakikatleri terennüm etmiş ve kendi ölümü başta olmak üzere ölümü her zaman sıcak bir tebessümle karşılayacağını ifade etmişti.
   "İşim Acele" başlıklı şiirinde şöyle diyordu:
   Gökte zamansızlık hangi noktada? 
   Elindeyse yıldız yıldız hecele! 
   Hüküm yazılıyken kara tahtada 
   İnsan yine çare arar ecele! 

   Gençlik... Gelip geçti... bir günlük süstü; 
   Nefsim doymamaktan dünyaya küstü. 
   Eser darmadağın, emek yüzüstü; 
   Toplayın eşyamı, işim acele! 

   Vasiyeti
   Ebedi hayattan ve Ahirette hesap verme gerçeğinden habersiz olan, ya da avcının kendisini görmemesi için başını kuma gömen devekuşu misali, başını gaflet, dalalet ve sefâhet kumuna gömen ehl-i dünyanın ölüm kelimesinden bile şiddetle ürkmesine ve hatırına dahi getirmek istememesine mukabil Necip Fazıl yıllar öncesinden ölüm gerçeğini işte böyle terennüm ediyordu. Vasiyetini bile çok hazırlamıştı. Ailesini ilgilendiren vasiyetinden ayrı olarak bir de onu tanıyan, seven, bilen dostları, mü'min kardeşleri için bir vasiyet hazırlamıştı. Bu vasiyetinin bazı maddelerine bakalım. Necip Fazıl şöyle diyor:
   "... Fikir ve duyguda vasiyete lüzum görmüyorum.Bu bahiste bütün eserlerim, her kelime, cümle, mısra ve topyekün ifade tarzım vasiyettir. Eğer bu kamusluk bütününü tek ve minicik bir daire içinde toplamak gerekirse söylenecek söz "Allah ve Resulü; başka hiç bir şey hiç ve bâtıl" demekten ibarettir.
   "... Nasıl, nerede ve ne şekilde öleceğimi Allah bilir, Fakat imkan aleminde en küçük pay bulundukça, biricik dileğim, Ankara'da Bağlum Nahiyesindeki yalçın mezarlıkta, Şeyhimin civarına defnedilmektir. Elden gelen yapılsın...
   "... Cenazeme çiçek ve bando muzika gönderecek makam ve şahıslara uzaklığımız ve kimsenin böyle bir zahmete girişmeyeceği malum... Fakat bu hususta bir muziplik zuhur edecek olursa, ne yapılmak gerektiği de beni sevenlerce malum... Çiçekler çamura ve bando yüzgeri koğuşuna...
   "... Cenazemde, namazıma durmayacaklardan hiç kimseyi istemiyorum! Ne de, kim olursa olsun, kadın... Ve bilhassa, ölüm simsarı cinsinden imam!... Ve "bid'at" belirtici hiçbir şey!... Başucumda ne nutuk, ne şamata, ne medh, ne şu, ne bu... Sadece Fatiha ve Kur'an... 
   "... Allah'ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını!.. Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız!
   "Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada hatırlayınız!".
   Cenaze Merasimi
   Necip Fazıl'ın vefatı haberi duyulur duyulmaz, yurdun dört bir tarafından İstanbul'a sefer hazırlığı başlamıştı. Seferiler son seferine çıkan Necip Fazıl'ı uğurlamak için İstanbul'a koşuyordu.
   Necip Fazıl teneşirde yıkandıktan sonra enteresan bir hadise olmuştu. Fahri Duran Hoca o anı şu şekilde anlatıyor:
   "Cenazeyi yıkadık, havluya kuruladık, kefene sararken yüzüne şöyle bir baktım... Yanaklarından aşağı gözlerinden, diri insan nasıl ağlıyorsa, aynen öyle yaş aktığını gördüm!..
   "Kırk yıllık imamım ben! Yüzlerce cenaze yıkadım ben ama, ölü gözünden yaş geldiğine ne daha önce, ne daha sonra hiç rastlamadım. Hatırlamıyorum!" (Üstad Necip Fazıl/104)
   26 Mayıs 1983 günü, yani doğduğu tarih olan 26 Mayıs'ta Necip Fazıl'ın cenazesi Fatih Camiine getirilmişti. Mahşeri bir kalabalık refakatinde cenaze namazı kılındı. Tabutu Eyüb Sultana kadar omuzlar üzerinde taşındı.
   Tevhid hakikatını haykıran bir dava ve gönül adamı, "Misafirhanede" bıraktığı dostlarından bu şekilde ayrılıyordu.
Kaynak:Meşhurların Son Anları/Burhan Bozgeyik